26 Mart 2020 Perşembe

Zamanın Kumları


                                     
İçerideyim. Birkaç gün önce almış olduğum kripto mesajda belirtilen yerdeyim. Çürümüş bedeni tam karşımda uzanmış ve korkuyorum.

Sıradan bir gündü. Yayınlanan makalelere göz atmak için okulun bana geçici olarak tahsis ettiği odama çekilmiştim. Her zamanki gibi postalar kapının altından içeriye itilmişti. İleri gelen bazı araştırmacılar yayınımı tebrik etmişti, yeni unvanımı ve o günden bir hafta önce almış olduğum uluslararası araştırma ödülünü kutlayan birkaç zarfın haricinde EAA[1]’dan gelen kongre davetiyesine göz attım. Zarfları boy sırasına göre dizdim ve çalışma masama oturdum. Zarflara tekrar göz attım. Dokuz adet zarfın altıncısı Lübnan’dan geliyordu. Gönderen kişiyle ilgili her hangi bir bilgi zarfın üstünde yer almıyordu. Zarfı açtım ve içindeki tozlu sayfaya göz gezdirdim.

“29. gündeyiz. 50’nin olduğu diyarda… Dört süvari bir kadınla kaçtı, üçlemelerin ve birin yerinde, yüzleri yirmiden eksik bir beş kadar. Üçü de orada… Medeniyetin yükseldiği Doğu’da”.

“Dört süvari mi?”

İlk önce öğrencilerin yaptığı bir şaka olma ihtimalini düşündüm; ancak bu ihtimal aklımdan hızlıca silindi; çünkü öğrencilerimle asla şakalaşacak kadar yakınlık kurmamıştım.

Masamdaki bej rengi yuvarlak hatlı telefonumun numaralarını dairesel şekilde çevirdim ve Dr. Ashley’i aradım. Departmanımız profesörlerinin Lübnan’da herhangi bir araştırmayı sürdürüp sürdürmediğini sordum. Olumsuz yanıt aldım. Odamda dolanmaya başladım. Raflarda klasörlenmiş gizlilik içeren kayıp tarihin deşifre edilmiş sayfalarına göz attım. “Deşifre Edilen Belge 12: Ptolemaios - Kayıp Kral ya da Firavun”

Birden fazla Ptolemaios olduğunu biliyorduk ancak XIII. Ptolemaios’tan sonra hanedanlığın kayıp veliahdına yönelik şüphelerimiz bulunuyordu. Bununla ilgili Lübnan’da 45 gün kadar Beyrut Amerikan Üniversitesi Arkeoloji Müzesi’nde çalışmalar yürüttük. Müze yönetimi çalışmamızda yardımı çok büyüktü; ancak çalışmamıza yeteri kadar bütçe ayrılmadığı için ve bölgede daha fazla kalmamızın maliyetinin yüksek olacağı için geri dönmek zorunda kalmıştık. İsimsiz gelen mektubu kripto uzmanı Profesör Nash’e götürdüğümde notun 29 derece 50 dakika 41 saniye kuzey ve 31 derece 15 dakika 03 saniye koordinatlarını içeren klasik bir kripto olduğunu çözmesi 45 saniyesini aldı ve alaycı bir gülümsemeyle bu koordinatın Gize Piramitleri’ne ait olduğunu söyledi. Utanarak kâğıdı geri aldım ve odama yöneldim.

Masama oturup zarfı diğer zarfların arasına, boy sırasında olması gereken yere tekrar koydum. Tekrar telefonu aldım ve havayolu şirketinin Mısır’a olan en yakın seferinin ne zaman olduğunu öğrendim. Maalesef ertesi güne kadar bütün uçuşlar doluymuş. Bazı seferler iptal edilmiş, bileti iptal edilen yolcuları mağdur etmemek için diğer havayolu şirketinin boş koltuklarına yönlendirmişler. Okuldan bir haftalık izin işlemimi halledip eve yol aldım. Ertesi sabah dokuzda uçağım Kahire’ye kalkıyordu.

Arabama atladım ve şehir merkezinden ormanlık alana saptım. Göl kenarındaki yolu takip ettim ve kuzeye doğru yöneldim. Böylece evin yolunu 25 dakika daha uzatmış oldum. Şehir anıtının oradaki alışveriş merkezine gittim ve ertesi gün için yanıma almam gereken ve günlük zaruri ihtiyaçlarımı karşılayacak malzemeleri alıp eve gittim. Odama çıktım ve yatağıma uzandım. Ev, her zamanki gibi sessizdi. Yaşadığım eve benden başkasının adım atmadığını fark ettim. Oldum olası hep yalnızdım. Sessizdim, insanlarla iletişim problemim vardı. Gençlik dönemimde yaşadığım sözlü tartışmalar sonucunda kalp ritmim hızlanıyordu, bir süre sonra insanlarla tartışmayı bıraktım, ailem Washington’da yaşıyordu. Bense oldum olası bu kenti sevmemiştim. Washington’dan pek de farkının olduğu söyleyemeyeceğim California’ya geldim ve 17 senedir burada yaşadım.

Bazı geceler rüyalarım bölünüyor. Kendimi bir çöl fırtınasında buluyorum. Bir kadın görüyorum ipek giysilerinde, yüzündeki peçesinin ardından bana bakıyor nefretle. Benden uzaklaşıyor. Elimi ona uzatıyorum. Arkasından koşmaya başlıyorum nefesim kesilene kadar. Ona sesleniyorum, sesim çıkmıyor. Kum fırtınası şiddetleniyor. Kadın ve dört atlı fırtınanın içinde kayboluyorlar. Kim bu kadın? Onu tanımıyorum. 15 yaşımdan beri bu rüyayı görüyorum: Dört atlının alıp götürdüğü bir kadın... Soyut resimler çizen bir ressama 5000 dolar verdim ve bu rüyayı resmetti. Bana göre o kadar kötü bir resimdi ki 5 dolar bile etmezdi; tabloyu okuldaki odama koydum, Dr. Ashley tabloya bakıp 4 farenin üzerinde bir kertenkele gördüğünü söyledi. Öyle olmadığını söyledim; ancak benim resimden anlamadığımı söyleyerek benimle alay etti ve odadan kahkahalar atarak çıktı. Böylece rüyamı ressamdan başkası ve tablodaki konuyu -ki yanlış yorumlayan- Dr. Ashley’den başkası bilmiyor.

Ertesi gün uçakla Kahire’ye indim ve doğruca otele yerleştim. Küçük, havasız bir odaydı. İçeride sabit bir yere hava üfleyen, pervaneleri tozlu, mavi bir fan vardı. Çalıştırıp karşısında terimin kurumasını bekledim. Sırt çantamdan ajandamı ve ince klasörü çıkartıp yatağın üzerine koydum. Saat öğleden sonra ikiydi. Odamdaki telefon çaldı. Bir kadın sesiydi. Benimle buluşmak istediğini, yarım saat sonra otelin karşısındaki restoranda olacağını söyledi. Başında beyaz bir şal olacaktı, girişin sol tarafındaki köşede, iki kişilik masada oturacaktı. Gençlik dönemimden kalan kalp çarpıntım tekrar başladı ve o anda bağırsaklarım bozuldu. Tuvalete gittim ve içimi boşalttım. Sifonu çektim; fakat su boşalmadı. Musluğu açtım ve incecik akan kahverengi suyu lavabonun altındaki kovaya doldurdum. Temizlendim, suyu klozete döktüm ve odadan çıktım. Ancak tekrar bağırsaklarım hareketlenmeye başladı ve koşarak tekrar tuvalete gittim. Böylece 20 dakikamı tuvalette harcamış oldum.

Sonunda odadan çıktığımda vücudumdaki tuz kaybından halsiz düşmüştüm. Karnımı tutarak otelin merdivenlerinden indim. Bağırsaklarımın tekrar hareketleneceğini düşünüp heyecanlandım ve gerçekten yine hareketlendi; bu sefer geri dönmeyeceğim ve unutmaya çalışacağım, “Tamamen beynimle alakalı!” diyerek otelden çıkıp restorana gittim. Kapıdan girdim ve heyecandan sağa yöneldim. O sırada sol tarafta birisinin hareket ettiğini sezdim, kafamı sola çevirdiğimde beyaz şallı kadını gördüm. Yüzünü şalıyla kapattı ve sağ eliyle masayı işaret etti. Kararsız adımlarla masaya yöneldim. Karşısına oturdum.

“Merhaba!” demesi yetti İngilizcesinin aksanlı olduğunu anlamam için.  “Merhaba!” diyemedim. Sadece başımı hafifçe eğdim ve onu selamladım. “Benden aldığınız bir not üzerine buraya geldin,” dedi yavaş bir şekilde. Sağa ve sola bakındıktan sonra devam etti: “Korkuyorsun biliyorum; ancak korkunun yersiz olmadığını söylemek istiyorum. Korkmakta yerden göğe kadar haklısın.”

Artık bağırsaklarımı düşünmüyordum; çünkü başka bir sorunum vardı: Kalbim. Kalp ritmim bozulmuştu ve yavaş yavaş yanaklarımın ve gözlerimin kızardığını hissetmeye başlamıştı.

“Bay Christopher, üzerinde çalıştığın projeyle ödüle layık oldun. Bugüne kadar açıklanmamış birçok tarihi belgeyi açıkladın ve bir bu kadarı da klasöründe. Bunları kamuoyuna açıklayıp açıklamamak konusunda tereddütlerin var. Ama yukarıdan aldığın emirler doğrultusunda bunu yapabileceksin. Bunu ikimiz de biliyoruz.”

İkimiz de biliyorduk. Bugüne seçilmişlerden onay almayan hiçbir çalışmam açıklanmamıştı. Kurul onayından sonra bu belgeler açıklanabilirdi.

“Bir bağ kurdun. Bu bağ seni buraya kadar getirdi,” yüzündeki peçeyi düzeltti. Aslında peçe olarak şalının omuzlarından sarkan kısmını kullanmıştı. “Şimdi sana son bir adım imkânı veriyoruz. Kayıp bir papirüsten söz ediyorum. Bunun için Keops’a gideceksin. Keops’un arka kısmına, şehre sırtı dönük olan tarafına.”

“Ancak orada güvenlik önlemi…” “Merak etme, seni almak üzere bir araç tam saat onda otelin önünde olacak. Seni piramidin arka kısmına yönlendirecekler. Gece yarısı saat 12’de dediğim yerde bekle, ben de orada olacağım.”

Dedi, masadan kalktı ve restoranın dışına yöneldi. Sandalyesine uzun uzun baktım. Otele geri döndüm. Çantama yatağın üzerine çıkardıklarımı geri koydum ve geceye kadar bekledim. Saat 10’u gösterdiğinde otelin önüne beyaz bir Mercedes yanaştı. Otelin kapısından çıktım, kapı içeriden açıldı ve araç yavaş bir şekilde yol aldı.

Platoya yaklaştığımızda araç durdu ve karanlıkta atlıların olduğunu gördüm. Beni selamladılar, siyah bir ata binip Keops’a doğru yol aldık.

Piramidin arkasına gittiğimde beyaz şallı kadın oradaydı. Beni selamladı. Piramidin sol arka köşesine doğru onu izlememi söyledi. Onu takip ettim. Ardından piramidin köşesinin olduğu yerde, kumun üzerini eliyle eşeledi. Eşelediği yerde demir bir halka belirdi. Demir bir halkayı tutup kendine doğru çekti. Ardından zeminden metal bir bölme kumları havaya doğru sıçratarak açıldı, açılan yer piramidin altına doğru inen, derinliği gözle kestirilemeyen yüksek basamaklardı. Merdivenlerin 5 basamak altında, duvarın sağında yanan bir meşale vardı. Merdivenlerden 5 adım indi ve yanan meşaleyi aldı. Yanan meşalenin tam karşısındaki duvarın solundaki meşaleyi elindeki meşaleyle tutuşturdu ve o meşaleyi bana verdi.

İçeride beklenilenin aksine, toz ve küften ziyade, menekşe kokusu hâkimdi. Merdivenlerden aşağıya doğru indik. İndikçe koku şiddetlenmeye başladı. Merdivenlerden 33 basamak kadar indik. Ancak indiğimiz yerden aşağıya bir o kadar daha iniyordu. İndiğimiz yerde uzun, dar bir geçit vardı ve burada yürüdükçe menekşe kokusu daha da artıyordu. Uzun koridorun sonunda beyaz şallı kadın durdu ve bana döndü. Meşalenin yaydığı ışıklar siyah gözlerinin içinde birbirini tekrar etmeyen şekiller çiziyordu. Peçesini indirdi. Yüzü oldukça tanıdıktı. Bir hatırası var gibiydi.

“Arkamda duran lahitin kapağını arala!” dedi sert bir şekilde.

Tahminimce iki bin senelik mermerden yapılmış Lahitin üzerindeki ağır taşı ittim. Meşaleyi içine tuttum. Bir papirüs vardı içinde ve bir mumya, yanında kiremitten bir şişe.

“Papirüs, işte kayıp parça! Profesör, okuyun lütfen!”

Mumyanın elindeki papirüsü aldım, üzerindeki toza üfledim, sakinliğimi korumaya çalışıyordum. Okumaya başladım:

"Ophelia, çok sevgili, güzel çiçek. Bizim şu hazin öykümüz yazılırken sen ve ben yine bir arada değildik. Kır çiçeklerinin içine uzanıp bulutların arasından gözümüze ışıldayan güneşi elimizle örtmüyorduk. Saçlarını avuçlarımın arasına alıp onları koklamıyordum. Gözlerinin içine bakıp zamanın durduğunu hissetmiyordum. Elini tutup kalbime yaslamıyordum. Kalp atışlarım yavaş; ama güçlü bir şekilde ismini tekrar etmiyordu. Güz gelip beni çağırdıklarında odama gidip yastığıma başımı yaslayıp hıçkırıklara boğuldum. Bu Dünya için fazla gaddar olup bütün gücü elimde bir oyuncağa çevirmek niyetinde değildim. Asıl olan gücün hâkimiyeti altında kalabalık bir grubun ayaklarımın altında kalışına şahit oldum. Çocukların çığlıkları gece odamın duvarlarında yankılanıyor. Bir celladın karanlık maskesi, yüzünden düşüyor. Korkuyla duvara yaslanıyorum. Gözlerimi yumuyorum. Kalbim yerinden sökülürcesine çarpıyor; hırsla sıktığım yumruğumu ısırıyorum, canım acıyor.

Kim bilebilirdi, olayların buraya varacağını. Kartaca’nın düşeceğini, Roma’nın hâkimiyetinin güçleneceğini ve tüm imparatorluğun bildiğimiz tüm kara parçalarını teker teker ezip geçeceğini. Savaş naraları atan güçlü komutanları bin kez yağmaladı ve bizi barışa zorladı. Gücümüz yettiğince, kılıçlarımızı salladık şafak sökene kadar. Sahte erdem peşindekiler, yüce konsüllerini dinlemeyen o aşağılık mahlûklar siyasi kumpasları kuranların ta kendisi. Birer birer tarih yazıtlarına işleyecektir bütün bu olanlar. O zaman çektiğim çilenin ve üzerime yüklenen kara lekenin anlamını saptırıp beni duvarlara bir şeytan olarak kazıyacaklardır ya da bu celladın kutsal bedenini bir lahite gizleyeceklerdir. Bu Dünya’nın sonunun bir şekilde gelmesini diliyorum yine; çünkü seni ve beni ayıran zorbalığın ta kendisidir. Sen de, ben de bütün bu katliamın parçasıyız.

Pek bir farkı yoktur, geçmiş ve gelecek birdir. Savaş gemilerimiz bin kürekle manevralar yapabiliyor, bundan bin sene sonra yüz kürekle yapabilecekler. Demiri erittik ve ışıldayan kılıçlar imal ettik. Zırhlarımız ve kalkanlarımız güçlendi, ancak Galyalılar zorbalıklarından ve yağmacı zihniyetlerinin esiri olduklarından kılıçları keskin değildi, kalkanları küçük ve zayıf kaldı ve onlar da Roma’nın himayesindeler artık. Roma’nın çarpık yerleşimleri, küçük haneleri yayıldı Dünya’ya ve maalesef artık tüm yollar Roma’ya çıkıyor.

Erdem Dünya’ya hükmedecek dediler, ancak hazzın hükmettiğine şahit oldum. İçlerindeki şiddeti ve öfkeyi kendilerine yoldaş eylediler. Kent meydanlarında zevkle yoldaşlarımızın boyunları vuruldu, cellatları ve onun savunucuları yanan cesetlerin etrafında dans ettiler. Gece yarısı muhafızlarımızın bir kısmını daha canlı canlı ateşe verdiler. Sesleri surların arkasından duyuluyor, askerlerimizin çığlıklarını işittiğimde onlarla beraber kahkaha sesleri de yankılandı gökyüzüne yine. İçimdeki sevgiyi yakıp kül eden benim ve sen. Başımı dik tuttum ve ağlamayı bıraktım artık.

Kardeşlerim de ihanet etti, vezirlerim satın alındı. Ordumun generallerinin bağlılık yeminleri sökülüp atıldı. Geriye tüm yetkileri alınmış bir prens kaldı. Ophelia’yı deli gibi seven. Onun arzusuyla yanıp tutuşan deli bir âşık.

Bir gece yarısı dilsiz soytarımdan aldığım mektupta katledileceğin yazılıydı. Bir hizip almış yürümüş ve senin cömert, sevgi dolu kalbin sökülecekmiş, ardından köpeklere atılacakmış. Bütün uzuvlarını birer birer kesip yaban domuzlarına yedireceklermiş. Beni kent meydanında çarmıha gerecekler, güzel başını karşımda bir kazığa yerleştirecekler, üçüncü günün sonunda şölenle başınla oyunlar oynayıp oyunun sonunda çektiğim acıyla çarmıhı ateşe vereceklermiş. İşte aşkımın bedeli budur!

Halen sadakati süren dört süvarime atları hazırlattım, geçitten doğruca kentin dışına çıkarılman üzerine emir verdim. Korktuğunu biliyorum, beni son kez görmek istemeyeceğini de biliyorum sevgili Opheliam. Bana kızgın olduğunu da biliyorum. Aşkımın karşılıksız olduğunu biliyorum. Gücümün kalbine bir kere bile ulaşmadığını biliyorum. Ülkeler yönettim, orduları savaşa yolladım. Kalemiz fethedilene kadar bütün savaşları kazandık; ancak savaşmaktan yoruldum. Kalbimle… Kalbini kazanabilmek için bir şölene dönüştü Dünya. Romalıların katlettikleri erdemi ben de katledip önüne cesetler sundum. Yağmaladığımız ülkelerin hazinelerini önüne serdim. Gözün görmedi. Âşıktın sen de… Benim gibi bir âşık… Ancak kafesteki bir kuştun sen, benim kafesimde. Kapıyı araladım gitmen için. Özgür olman için. Mutlu olman için. Seni mahvettim, tüm gençliğini acılar içinde geçirmene neden oldum. Sevdiğin adamı gözlerinin önünde öldürdüm, fakat Ophelia sen başkasını sevemezdin. Benim sevgim varken bir başkasını nasıl severdin söylesene. Buna kalbim nasıl dayanabilirdi? Tüm bu fetihler, bu cinayetler niçin işlendi? Bir kez olsun yüce sevgine ulaşmak için, bir kez olsun kalbinin benim için çarptığını hissetmek için. Elimdeki kör hançeri o köle parçasına defalarca kere sapladım ve gözyaşların onun yere saçılan koyu kırmızı kanının içine karıştı. Ardından benim gözyaşlarım da…

Artık ne bu şehrin, ne bu ülkenin bir önemi kalmadı benim için. Altınlar, zümrütler paha biçilmez mücevherler sadece birer taş parçasından ibarettir artık. Kendimi odama kapattım. Hiçbir devlet meselesini duymak istemedim. Söylentiler aldı yürüdü. İlk önce artan vergilerden ve pahalılıktan küçük isyanlar başladı, ardından bu isyanları kışkırtan muhaliflerimiz olayları büyüttü ve karmaşa daha da büyüdü. Yağmalamalar başladı, ardından kentte yangın yükseldi. Büyük piramidin orada bir grup isyankârın sarayı basacağı, seni ve beni katledeceklerine dair yemin ettiklerini duysam da aldırış etmedim. Ailemin asil kanını dökmek istemeleri bir takım inançsızların işidir. Tanrıların kutsadığı kanımın toprağa düşmesi demek tüm ülkenin kana boğulması demektir. Nil, taşıp üzerlerini kara gölge gibi örtecektir. Bunlar da saçmalık. Nil, taşmaz artık. Taşarsa sonumun sevincinden olacak. Tanrılarsa kanımı kutsamadı. Dedelerim de sıradan birer insandı. İnsanlar, kutsallık atfedecek bir şey buluyor önünde sonunda. Tarlada yetişen herhangi bir sebzeyi bile tanrı sanabilir onlar. Biz bunu erken fark edenlerdendik ve tüm yönetim yetkisini elimize aldık. Retorik ustalarıydık ve nesiller boyunca insanların zaaflarını kaydettik ve piramitlerin içindeki gizli odalarda bu bilgileri muhafaza ettik. Onların inancını yönlendirdik ve bu şekilde onları yönetebildik. Güç, sıradan olan bizlerin elindeydi. Kan dökmek her zaman bizi hâkim kılacaktı ve öyle de oldu. Dökülen her damla kanla bize olan bağlılık daha da arttı ve bu şekilde iktidarımızı kuvvetli tutabildik. Roma güçlenene kadar himaye bizim elimizdeydi; ancak bu inanılmaz gücü onlara devrettik ve artık son bizim için karşımızda, kalemizin duvarlarının dibinde.

Sevgili Opheliam… Gidiyorsun. Sana veda ediyorum. Son kez gelip ayaklarına sarıldım. Yüzünü benden yana çevirmedin. Avuçlarını yüzüme tutup gözyaşlarımı akıttım son damlasına kadar. Gözlerim kanayıncaya kadar ağladım.

Hayatını bundan sonra mutlu şekilde yaşamak için çöller diyarını aşıyorsun artık. Seni görüp, âşık olduğum yere, ana vatanına, bozkırlarına gidiyorsun sadık dört süvarimle beraber.

Senin için döktüğüm kanlar için pişmanım; ancak bilmelisin ki yine olsa yine bunu yaparım. Aşkın, tutkunun önünde kaleler durmuyor, binlerce insanın hayatı zerre kadar umurunda olmuyor. Hepsi bir şekilde feda ediliyor. Binlerce senedir süren hükümranlığın sonunu getirmiş oluyorum. Kapımın ardında on muhafızın son nefes çığlığını duyuyorum, bu papirüs sana ulaşır mı bilmiyorum ve elimdeki zehir dolu kadehi şerefine kaldırıyorum. Yıktığım, zorbalıkla aldığım ve sonunda düşen şehirler senindir, bense artık yıldızları fethedeceğim ve Ophelia güzel çiçek, her fethim sen, menekşem yeşerecek."

Kayıp veliahta ait olan papirüs. Hanedanlığın kayıp tarihi piramidin 33 basamak altına saklanmıştı.

“İzinleri olmadan hiçbir bilgiye ulaşamazsınız Bay Christopher, bu lahiti görme yetkisi size verildi.”

“Ancak neden şu zamanda, niçin burada?”

“Çünkü Bay Christopher, defalarca kez farkına varamadığın ve tarihin hemen hemen her döngüsünde sana açıklanan bir bilgi oldu bu. Her seferinde bir önceki seni bulmak için buraya geldin. Kayıp veliahttın lahiti sana ait. Lahitin içindeki de bizzat kendinizsiniz. Elindeki papirüs sana ait. Senin yazdıkların.”

“Nasıl?”

“Bu soruyu kaç kere sordun Christopher, kaç farklı isimle? Her tarihte burayı aradın, burayı bulmaya çalıştın ve buldun. Her bulduğunda ayrı bir 33 kat inşa edildi piramidin altına. Saklı olanlar seni her seferinde gömdüler, ilk gün gömdükleri gibi.”

“Fakat!”

“Elinde tuttuğun şişeyi aç ve ilk kez yapıyor gibi başına dik!”

“Dört süvarim… Menekşe… Ophelia!” dedim.

“Sana değil bana bağlılık yemini etmişlerdi. Kardeşlerin, vezirlerini, sana bağlı olan herkesten ötede sana ihanet eden sevdiğin kadındı. Kardeşlerini, vezirlerini, generallerini caydıran çok sevdiğin menekşendi. Ülkeni bir kez; fakat canını defalarca kez bu uğurda feda ettin.”
Zamanın kumları yüzüme, kalbime saplanan hançerlerdi artık.
Ve ekledi:

“Seni zamanın hiçbir çağında sevmedim!”
                
                                                                                                        Yazar: Cüneyt Özkurt








                                                                                                                                

Öykü Seçkisi, Piramit Temalı Öyküler, Sayı:127



[1] European Association of Archaeologists) – Avrupa Arkeologlar Birliği



Hayaller Atölyesi

HAYALLER ATÖLYESİ                                                                                                                          K...