13 Mayıs 2022 Cuma

Hayaller Atölyesi

HAYALLER ATÖLYESİ                                                                                                                     

  Karşı kaldırımda, taş binanın kapı girişindeki merdivenlerde aylık moda dergisinin sayfalarına göz ucuyla bakan mavi saçlı kadının tam karşısında tahta kapısı hafif yana doğru eğilmiş, sarı tebeşirle yazılmış tabelasının bir çivisi düşmüş olan atölyeden ince bir duman dışarıya süzülmekteydi. Bir kedi merakla pencerede seğirtti. Ön ayaklarıyla cama yaslandı, kendi etrafında birkaç kere döndükten sonra olduğu yere kıvrıldı. Kapı rüzgârla aralandığında bir başka meraklı kedi kapıdan içeriyi gözetledi ve dosdoğru sıvası dökülmüş haki duvara sürtünerek içerideki bakımsız berjere koştu. Berjeri merakla inceledi ve ardından koltuğun üstüne atladı, minderi birkaç kere kokladıktan sonra olduğu yere kıvrıldı ve derin bir uykuya daldı.

 Ne zamandır atölyeye uğrayan eden yoktu. Küçük bir umut uğruna hayalini amaç edinmiş dört kendinden pek de emin olmayanın fikriydi bu atölye. Hal böyleyken içeride uçuşan toz taneleri uzun ince koridorun sonundaki iki pencereye, duvardaki Camille Claduel’in portresinin bulunduğu çerçeveye, uyuyan kedinin kulaklarına ve kuyruğuna, demlenmekte olan kahvenin üzerine, yağ içinde kalmış tezgâha, geçmiş günün gazetelerine ve pencere kenarındaki fesleğene kondu.

   Her şeyi oluruna bırakan, hafifçe uyukluyordu. Birkaç saattir kapalı olan gözlerini rüzgârın esintisiyle araladı. Güneş, tahta kapıdan içeriye sızmıştı ki bu sadece saat öğleden sonra dört buçuk ile beş arasında mümkündü. Yerinden doğruldu her şeyi oluruna bırakan ve demlenmekte olan kahveyle ilgilenen küsküne baktı uzun uzun. Atölye açıldı açılalı küçük bir tebessüme muhtaç hissetmişti kendini. Gülmek için nedenler aramış, bulamamış, yorulmuş, tüm bu sürede suskun kalmış, umut hissine yeniden kavuşabilmek için kendine oyalanacak uğraşlar edinmiş ve bütün bu avuntular sonunda yeniden çok sevdiği uykusuna geri dönmüştü her seferinde.

    Küskün, kahve demlendikten sonra porselen fincana döktü kahveyi. Bir yudum aldı, beğenmedi ve lanet etti tadına. Musluğu açıp bir bardağa su doldurdu, içti ve sakinleşti.

  “Bir fincan kahve, hatırı vardır hani! Bir fincan kahveyi çok gördünüz bana! Yapanım olmadı, hep kendi kendime zaten! En azından bir fincan kahvem güzel olsaydı şu hayatta, ne olurdu sanki?” diye söylendi ortaya olup olmadık şekilde.

  “Hayır, bu hayatta ne güzel olabilir ki? Güzel de başlasa, kötü de başlasa önünde sonunda her şey o ağzındaki buruk tatla bitmez mi?” dedi her söze hayır diyerek başlayan, sonra “Ne gerek vardı ki bir şey demeye!” diye düşündü içinden. Boş verseydi keşke.

   Duman yeniden kokusunu hissettirmeye başladı. Karşı kaldırımdaki saçları maviye boyalı olan kadın başka bir sayfaya göz ucuyla bakmaya devam ediyordu. Atölyenin kapısı biraz aralandı, sonra tekrar kapandı.

   “Belki bazı şeyleri olduğu gibi bırakmak gerekiyordur. Hayat dediğin kendi yoluna giren döngülerden ibaret değil midir? Çabalarının sonucu derin uykular gibi mesela. Bu derin uykuların en güzel yeri ise hayallere varma isteği, arzusudur en nihayetinde.” Kesik kesik konuşarak ikisinin arasına girdi her şeyi oluruna bırakan.

  “Bazılarımız hayattan fazlasını istemiyor; çünkü fazlasını istediğinde başkasından çalacağının farkında olduğundan mıdır; yoksa bu bir tembellik hali midir? Ah bu fikir telakkilerimizden hep, benim güzel uykumu hiç ettiniz.” diyerek yerinden doğruldu her şeyi oluruna bırakan.

  Hayalini kuramadıkları, bir gecenin sonunda beraber olmaktan keyif duyacaklarını zannettikleri küçük kafenin bir amacı olabileceğini düşünerek günün en parasız, en paspal vaktini yaşıyordu bu dört insan. Üçü de gelen gideni gözlemekten vazgeçmişlerdi birkaç gündür. Kentin en hareketli zamanında, İskele Sokak’ta, Karakolhane Caddesi’nde ve diğer bütün ara sokaklardaki kafelerde insan sesleri birbirine karışıyorken Taşlıbayır Sokak’ta Hayaller Atölyesi’nin kapısından giren sadece tahminen birkaç yaşında olan şu uyuklayan sarmandı.

   Kendi eksikliklerinden olsa gerek hayal kurabilenleri özleyen bu insanların yalnızlığını giderecek küçük bir haneydi; bir atölye, öyküleri ve şiirleri, küçük ahşap tasarımları, birkaç minyatürü, heykel ve resimleri içinde tutan. Dışavurumlara duydukları içten içe özlemden olsa gerek idi tüm bu umutsuzlukları.

   “Biraz neşe gerekirdi belki.” dedi her şeyi oluruna bırakan.

 “Hayır, böyle bir çağda neşeli görünmekten utanıyorum. Belki seneler evveline dayanan dostluğumuzun ve insanlığımıza olan inancımızın, hayalcileri düşlediğimiz biz hayal kuramayanların dilendiği bir arzuydu bu.” Ceketini düzelterek devam etti her söze hayır diyerek başlayan. “Hislerimizin verdiği şu cılız müzikten gelen güçsüzlükten midir ya da kentin dışına atılmışlığımızdan… Birkaç ay sonrasını göremeyeceğimiz ve birbirimizden uzaklaştığımız anların geleceğini hissediyorum. Unutacağımız ve yazılmış olan bu öykünün dışında başka kişiler olacağımızın farkındayım. Bizi yazanın bizi istediği gibi yazma hürriyeti bizi dünyanın en sıkıcı insanları yapıyor şu haliyle? Belki devam edebilseydik biraz daha küskün ya da biraz daha sessiz kalırdık beraber, sırf kendileri öyle istedi diye.”

   Her yalnızlıkta her zaman gizli bir suçun olduğu doğru mudur, diye düşündü kendine kendine. İnsanın paylaşmadıkları veya paylaşamadıkları suçtan sayılmıyorsa eğer bu dört kişinin beş parasız kalmaktan ziyade imzaladıkları ya da imzaladığı şu borç senedi şimdi olmasa da birkaç ay sonra kendisine ya da kendilerine tebliğ edilecekti bir şekilde. “Bari şimdi bu anı bozmayayım.” diyerek bütün o geçen zamanı düşündü o an.

  Küskün, başını önüne eğdi. Birkaç damla gözyaşı düştü ellerine. Konuşmak istemedi. Hissetmek istedi içerideki fesleğen kokusuna karışmış nem kokusunu. Özleyeceği bir semtti, bir kent, bir sokak ve kendi haricindeki diğer üç kişi… İçinde bir his yükseldi ansızın: Her şeyi oluruna bırakmak istedi, her söze hayır diyerek başlamak istedi; fakat söyleyecek bir sözü yoktu yine olağan her anı gibi. Küsmek istedi ve zaten bunların hepsini yapabilmişti.

  İçerideki üç kişi yavaşça yerlerinden doğruldu. Ortalığı toparlamadan gitme kararı aldılar. Herhangi bir şeye ellerini sürmeden, sanki orada hiç var olmamış gibi ya da başka herhangi bir yerde hiç var olmamış gibi

   Küskün, kediyi kucağına almak istedi; ama kedi huysuzlandı. Her söze hayır diyerek başlayan alabildi kucağına. Kapıya yöneldiler. Tahta kapının ardından gelen güneş ışınları binanın arkasında kalmıştı çoktan. Küskün kapıdan dışarıya adımını attı ve gökyüzüne doğru buharlaştı, kayboldu; ardından her şeyi oluruna bırakan kapıya yöneldi ve kayboldu, en son ise her söze hayır diyerek başlayan kapıya yöneldi kediyi yere bıraktı ve o da kayboldu.

                                                            ***

Atölyenin karşısındaki binanın merdivenlerinde oturan mavi saçlı kadın bluzunu düzeltti. Derginin orta sayfasındaki borç senedini dörde katladı ve çantasına yerleştirdi. Atölyeye baktı uzun uzun. Yerinden doğruldu ve Yeldeğirmeni’nden rıhtıma doğru yürüdü.



Divid Kalem'de yayınlanan bir öyküdür.

4 Temmuz 2020 Cumartesi

Sessiz Bir Gece

                                                        

Karanlık, arka sokaklara doğru uzanıyordu yağmurlu ve sıradan bir gecede. Sokak lambalarının cılız ışığı, kaportası paslı arabaların park ettiği tel örgüyle çevrelenmiş parkın gerisindeki üç binadan ilkinin zemin katının penceresine yansıyordu. Pencerenin önünde dikilen her kimse siyah beresini düzeltip cebinden çıkardığı çakmağını iki kere çaktıktan sonra sigarasını yakabildi ancak. İlk nefesi içine çektiğinde başını geriye doğru götürdü ardından dumanı ciğerlerinin derinlerine doğru çekti ve tüm dumanı yavaşça üfledi ve bu dört saniye kadar sürdü. İşaret ve başparmağı arasında tuttuğu, iki nefeste neredeyse yarısına kadar küle dönüşmüş sigarayı sağ ayağının önüne fırlattı ve siyah, ıslak çizmesinin tabanıyla ezdi. Ardından önünde durduğu pencereyi siyah deri montunun cebinden çıkardığı ince metal çubukla açtı.

Evin perdesi, dışarıdaki rüzgârdan hafifçe sallandı, sağ ayağını atarak pencereden içeri girdi ve camı kapattı.  Pencere, evin salonunun sağdan ikinci penceresiydi. Yaklaşık yetmiş metrekare kadar olan salon dikdörtgen şeklindeydi. Oval kapı, kare biçimindeki hole açılıyordu. Holde üç kapı mevcuttu. Metal sürgülü olan dışa, bir diğeri mutfağa ve diğeri ise yatak odasına açılıyordu. Salonun duvarları haki renkteydi. Pencerenin karşı duvarına üç tablo asimetrik olarak asılmıştı. Tablolardan büyük olanına gözü ilişti. Bu tabloda fırtınalı havada, gece yarısı denize açılmış bir yolcu gemisi resmedilmişti. Tablonun yağlı boya olduğu açık şekilde anlaşılabiliyordu. Şimşek, deniz, yağmur damlaları, geminin güvertesindeki cama vuran su tanecikleri, dalgaların yükselişi, karanlık bulutların gerisindeki ay ışığının denize yansıması ressamın derinlik hissinin tercümanıydı adeta.

Büyük tablonun altındaki siyah çerçeveli tabloda sıradan bir fanus orantısız şekilde resmedilmişti ve bir eser olup olmadığı tartışılabilecek olan bu tabloda pastel renkler hâkimdi. Fanusun içinden çıkan dallarda küçük, beyaz çiçeklerin gelişi güzel resmedilmiş olması da, tabloların asimetrik dizilimi neticesinden olsa gerek, dikkate değer değildi. Bu tablonun sol çaprazındaki çerçevede ise Venedik Kanalındaki iki sandal konu edilmişti. 

Tabloların asılı olduğu duvarın altında bordo renkte iki berjer karşılıklı haldeydi. Berjerlerin ortasında bir sehpa ve sehpanın üzerinde bir satranç tahtası yer alıyordu. Tahtanın üzerindeki taşlardan anlaşılacağı üzere oyun bir hayli ilerlemişti. Dikkatlice bakıldığında siyah tarafın üstün olduğu anlaşılıyordu. Siyahların bir veziri eksikti; fakat oyun nasıl olmuşsa siyah tarafın hücum ederek karşıdan bir kale, bir at ve fil alması sonucunda veziri hediye etmiş olduğu anlaşılıyordu. Beyaz taraf, sağ tarafta rok pozisyonundaydı ve şahın iki kare ilerisindeki vezirin yaklaşık iki hamle sonra düşeceği belliydi.      

Soldaki berjere oturdu ve boş gözlerle oyuna göz gezdirdi.  Sıkıldı, beresini çıkardı ve sol cebine koydu. Vezirin gerisine siyah atı sürdü ve daha sonra bunun akıllıca olmadığını düşündü ve taşı geri çekti. Siyah şahın önündeki piyonu bir kare ileri hareket ettirdi, böylece geride kalan fili ileri sürebilecekti. Başını geriye yasladı ve salonun tavanına yaklaşık otuz saniye kadar baktı. Kalp atışları bazen hızlanıyor, bazen de yavaşlıyordu. Gözlerini kapattı ve ince bir ağrının saplandığı kalbine götürdü elini. Tekrar sehpaya eğildi; ancak bu sefer bir elini çenesine dayayıp ileri sürdüğü piyonu tahtadan aldı ve cebine koydu.

Yerinden doğruldu ve hole geçti. Holde lavanta kokusu hâkimdi. Geniş alanda küçük bir ayakkabılık ve askılıktan başka bir eşya yoktu. Askılıkta ise uzun, kaşe bir pardösü asılıydı. Pardösünün ceplerini karıştırdı. Ceketin iç cebinde siyah, iri bir cüzdan eline ilişti. Cüzdanın içinde, iki yüzlük banknotlardan tam sekiz tane bulunuyordu. Cüzdanın ceplerindeki kredi kartları, kişisel kartlar ve vesikalıklar balık istifiydi adeta. Fotoğraflara göz attı: Donuk bakışlı bir adam ve düzeltildiği belli, kötü makyajlanmış birkaç fotoğraf… Yere fırlattı attı vesikalığı. Cüzdanın gizli bölmesinde ise bir kadının fotoğrafını fark etti: Hafifçe gülümseyen, yirmi beşli yaşlarında, siyah saçlı bir kadının pek de eski olmayan bir fotoğrafıydı bu. Fotoğrafı iç cebine koydu.  

Mutfağa doğru yöneldi. Ocağın üzerindeki tencerede birkaç gün öncesinden kalmış yemekler ekşi bir koku yayıyordu etrafa. Buzdolabının yanındaki ekmekliğin kapağı ağzına kadar açıktı, aynı şekilde buzdolabının da kapağının açık olduğu dikkatini çekti. Kapağı hafifçe açtığında dolabın ışığı mutfağa yayıldı. Buna aldırış etmedi. Kapağı sessizce kapattı ve kapaktaki magnetleri inceledi. Yaklaşık on beş kadarı rastgele dizilmişti. İlk ikisine baktığında ilgisini çeken denizkızı figürü oldu. Gülümsedi. İçlerinden bir tanesini aldı ve iç cebine yerleştirdi.  Mutfağın karşısındaki odaya yol aldı sessiz olmaya gayret ederek. İlk adımını attığında yerdeki parkeden ince bir ses çıktı. Dudaklarını ısırdı ve kendisine dikkatsiz adımlar attığı için öfkelendi. Diğer adımlarını daha dikkatli atarak mutfağın karşısında bulunan kapıya ulaştı ve sarı meşeden yapılmış eski kapıyı hafifçe araladı.

İçeride, çift kişilik yatakta ev sahibi derin uykusundaydı. Kapıyı sessizce eski konumuna getirdi ve diğer odaya geçti. Bu odada ütüsüz giysiler etrafa saçılmıştı. Ayağına bir iki tanesi dolandı ve dengesi bozuldu. Elini duvara koydu ve daha da sessizce kapının karşısındaki pencereye ilerledi. Pencerenin önündeki sandalyeye oturdu ve sokağa düşen yağmur damlalarını seyretmeye başladı.

Sokağın ilerisine beyaz renkte bir araç park etti. Dışarıda yağmur yağmasa aslında öylesine sessiz bir geceydi ki gecenin karanlığında seçilemeyecek kadar uzaktaki arabanın motorunun durması geceye ani ve daha derin bir sessizlik katabilirdi, ancak bunu kendisinden başkası fark edemezdi o an için.

Aracın kısa farları açıktı hala. Farın ışığı yağmur damlalarına vuruyor ve düşen her damlayı netleştiriyordu.  Öyle bir andı ki, aynı görüntünün tekrarı gibi; ancak asla aynı şekliyle olamayacak bir anın sonuncu defa ve her defası ilk anın başlangıcındaki o bir anın son ana nüfuz etmiş haliydi adeta. Yağmurun buluttan düşerek okyanustaki geminin güvertesine ya da denize düşmesi ya da bilinmezin ötesinde bir denizkızının derinlerdeki saçlarına suyun süzülerek dokunması gibi... Tüm okyanusun tuzunun gözyaşlarının tuzundan farksız olması veya o kadının gözyaşlarının denizleri, okyanuslara dönüştürmesi gibi... İşte böyle düşüyordu yağmur damlaları aklının gökyüzünden sokağın ilerisine, pencerenin camına ve karşı kaldırımdaki aracın farlarına.

Ayağına dolanan eşarba attı elini. İpek tül parçasını bileğine doladı ve karanlık odada, sandalyesinde otururken ellerini yüzüne kapattı. Pencere buğulandı nefesinden, elini cama koydu usulca ve parmaklarının olduğu yerden damlalar aşağıya doğru süzüldü. Fikrini değiştirdi. Bunun için az da olsa kendisiyle mücadele etti bir süre. Yerinden kalktı ve yatak odasına yürüdü.  Kapıyı hafifçe araladı tekrar. Uykusundaki adama baktı uzun uzun. Derin uykusunda öylece gecenin bir parçasıydı o an onun için. Güneş ışığına tutunabilmek için kendisini geceye bırakmıştı belli ki. Geceden, yanı başındaki yabancıdan habersizdi. Başucunda belli belirsiz bir hayaletin evinin penceresinden girdiğini bilemezdi ömrünün hiçbir anında. Başucuna yanaştı, bu olsa olsa seyrettiği bir geminin güvertesindeki fırtınalı gece olmalıydı. Dışarıda yağmur şiddetini arttırdı. Gücü yettiği kadar pencereye vuruyordu damlalar; sessizliğe ket vurarak, bu kısa geceyi uzatmaya çalışan ve bir kızgınlık anından ibaretmişçesine çakan şimşeğin, aradan geçen üç beş saniyenin ardından gelen ilk gök gürültüsünün gözlerinden yatağa düştüğünü görünce dudaklarını ısırdı. İkinci gök gürültüsüyle hıçkırdı ve içini çekti. Bu eve kapısından girdiği günü anımsadı, mutfağında yaptığı son yemeği, hani o anda tencerenin içindeki ekşimiş koku öncesinde ne de nefisti. Şu yatakta onun yanında uyuduğu geceleri anımsadı, bitmeyecek bir an değil miydi seviştikleri, sonsuzluğa uzandıkları o gecelerin tümü? Kalbinde son birkaç dakika daha hissetti o anları yerli yersiz çarpan güçsüz kalbiyle.

Uyuyordu adam gecenin tam üçünde. Uyuyordu yastığında ve yastığı sırılsıklamdı gözyaşlarından olsa gerek. Hıçkırmamak için dudaklarını ısırıyordu sanırım, nefesi kesilmiş bile olabilir hatta.

 Hafifçe eğildi ve ciğerlerine çekti sigarası gibi o eşsiz kokusunu; ama bu sefer farklıydı bu içe çekilmiş nefes, derinlerde saklayacaktı, adını mühürleyecekti derinlerindeyken, gizleyecekti ve geleceğe ve geçmişe bu yolculuklar halinde düşecekti bu sessizliği meçhul geceye düştüğü gibi yağmur damlaları ve arka sokaklarındaki talihsiz denizkızlarının küçük, ince camlı fanusundan yalnızca birisiydi şu oda kirlenmiş bütün diğer odalar gibi. Yanından uzaklaştı istemeyerek ve elini uzatarak ona doğru. Ona bakarak geriye doğru gitti adımları. Odadan bir hayalet gibi süzüldü hem ileri hem geriye doğru. Son oyunda da onu kırmamıştı adam; berjere oturduğunda bunu anlamıştı cebindeki hiç önemli sayılmayacak izinsizce aldığı piyona elini attığında. Vezir düşmüştü, beyaz taraf kapanmıştı köşesine, kalmamıştı odasında şahtan öte denizlerin kraliçesi…  

Gecenin içinde bir hayalet hırsız; bir piyonu, bir vesikalık fotoğrafı, bir denizkızı figürlü magneti ve bir de eşarbı çalarak sessizce pencereden kaçıp gitti karşı sokaktaki beyaz arabaya atlayarak. Altı adet taş en baştan kayıp olmasına rağmen adam, yine de başlamıştı oyuna düşler okyanusunda sessiz ama başka bir gecede.

Fanusun camı kırılmış ve yine de içi su almaktaydı şiddetlenen yağmurdan,  denizkızı ise okyanusta, herhangi bir yere doğru yol almaktaydı.

Sayı 118, Deniz Kızı Öyküleri                                                                                     Cüneyt Özkurt

25 Mayıs 2020 Pazartesi

Kumdan Kaleler


                                                                        
Köhne apartmanın sarmal merdivenlerini koşarak çıkmaya başladı Pete Franklin. İkinci kata vardığında başı döndü ve sağ elini duvara yasladı, hafifçe öne doğru eğildi. Gözlükleri vücudunun ısısıyla buğulandı. Üç ya da dört kere derin nefes aldıktan sonra başını tekrar kaldırdı ve adımını merdivene attığı sırada basamağa takıldı, sol eliyle merdivene tutunmadan önce dizini basamağın sivri köşesine çaptı. O anda beyninde adeta bir yıldırım çaktı ve apartmanın içinde ince bir çığlık inledi. Yerinden doğruldu ve dairesine doğru koşar adım tırmanmaya devam etti. Üçüncü kata vardığında bir üç kat çıkacak takati kalmamıştı. Basamağa oturdu. Dizlerine kapandı ve ağlamaya başladı.

***

1977 senesinin Haziran ayının 13. günü, öğle vakti saat 2’de, henüz daha 6 yaşındayken kumdan kaleler yapıyordu Peniscola’da Pete Franklin. Meşhur Peniscola Kalesi’nin taklidi kumdan yeni bir Peniscola Kalesi ve çevresine altı tane daha ufak kale inşa etmişti büyümeye heves etmiş küçücük elleriyle. Bu kadar uğraştan sonra belki de kaleler ve etrafında surlarla çevrelediği bu ülkeye layık adil kral Pete Franklin olmalıydı. Aklından böyle şeyler geçiyordu tam olarak. Karanlıklar Ülkesi’nin şeytanlarından vatanını koruyacak güçlü surlar hayal etmişti. Düşmanlara gerekli zamanlarda karşı koyacak büyük kuleler ve halkının bu olası savaş zamanlarında aç kalmaması için tahıllarını saklayabilecekleri geniş ambarlar da olmalıydı.

Ustalıkla düzeltiyordu kumdan kalesinin duvarlarını plastik küreğiyle, duvara iyi bir kıvam verebilmesi için ince kumu deniz suyuyla hafifçe ıslatıyordu. Güneş, gökyüzünde tüm ihtişamıyla ışıldıyorken kalenin ıslak duvarları birkaç dakika içerisinde kuruyordu. Esen meltemle birlikte kalenin incelen yerlerinden kum taneleri birer ikişer havalanıyordu. Bu küçük duvar ustası, bozulan yerleri büyük bir sabırla düzeltiyor ve şemsiyenin altında uyuklayan eski bir denizci olan babası Andre’yi gözünün ucuyla yokluyordu bir yandan.

Büyük yolcu gemilerinde ikinci kaptanlıktan emekli, Fransız asıllı ve eski bir deniz subayıydı babası. Deniz seyahatlerinden birinde bu güzel sahil kasabasına yakın demirlemişler ve kayıkla sahile vardıkları anda Peniscola’ya hayran kalıp ömrünün geri kalanını burada geçirmek istediğini aklına koymuştu. Seneler sonra kollarını iki göğsünde kavuşturmuş kendisiyle adaş olan Andre Gide’nin “Ayrı Yol” adlı kitabına sarılmış halde uyukluyordu bir zamanlar kayıkla vardıkları bu sahilde.

İki sene önce sahile çok yakın iki katlı bir hanede yaşıyorlardı. Pete’yle mayıs sonlarında her gün sahile gelip güneş batana kadar vakit geçirirlerdi. Andre, Pete’ye sevdiği kitapları okur, Pete babasının okuduğu kitapları hayal edip bulduğu bir dal parçasıyla kılıç kuşanıp rüzgârla savaşırdı.

“İşte! Seni öldürdüm zalim kral! Artık bize zarar veremeyeceksin! Yaşasın asil kral! Yaşasın Pete Franklin! Sen adaletli kralımız, yüce kralımız sayesinde vatanımız kurtuldu, yehuuuu!” diye haykırdıktan sonra kendi etrafında dönmeye başlar ve gerisin geriye kendini kumlara bırakırdı ve kıkır kıkır gülerdi. Aynı oyunu, farklı senaryolarla; ama aynı son ile sonlandırırdı her seferinde. Andre, onu kumdan kaldırıp sağ omzuna aldığı gibi denize koşarken: “Gel bakalım küçük kral! Şimdi kaçamayacaksın denizin soğuk sularından!” dediğinde Pete bir yandan güler bir yandan çığlık atardı. Baba oğul denizin içinde hoplar zıplardı neşeyle. Denizden çıkıp kurulanır bahçesinde menekşeler olan, açık deniz mavisi panjurları olan evlerine dönerlerdi.

O gün de diğer günler gibiydi. Meltem, denizde küçük dalgacıklar oluşturuyordu. Kıyıya ince dalgalar vuruyor ve ufak anaforlar kıyıdan bir buçuk metre ötede birer ikişer küçük daireler çiziyordu. İleride beyaz bir sandalda bir aile gözüküyordu. Pete de tam o istikamete bakıyordu: Küçük bir kız çocuğunun annesinin boynuna sarıldığını fark etti. Kıyıdan yaklaşık elli metre ötede olan yelkenliden küçük kızın gülücükleri işitilebiliyordu. Annesi, kızının saçlarını ve yüzünü okşuyordu. Bu üç kişilik ailenin genç babası ise sandalın sağ tarafına oturmuş ayakları denizde, elindeki misinasını bir aşağıya bir yukarıya çekiştirerek oltasının ucunda balık olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Pete, onları seyretmek için birkaç adım suda ilerledi. Su, ayak bileklerinde kıvrımlar oluşturuyordu, küçük bir deniz kabuklusu sol ayağının üzerinde gezinmeye başlayınca kıkırdamaya başladı. Bu şakacı deniz canlısının küçük bir balık olduğunu zannetmişti. Suya eğildiğinde bu canlının beyaz, minik bir istiridye olduğunu anladı. Elini suya daldırdı ve onu sudan çıkardı. Avucunun içine koyup onu hayranlıkla seyretti kısa bir süre kadar. “Benimle arkadaş olur musun küçük istiridye?” dedi ince sesiyle. Sonra uzaktaki sandala tekrar baktı hüzünlenerek. Kızını okşayan anneye özlem ve yaşlı gözlerle baktı.

***

O günlerde alışveriş merkezi yönetimi bir ay kadar kendisiyle çalışmak istediklerini söylediğinde rahat bir nefes aldı. Bu, kostümü taşımaktan kurtulmak ve bir aylık ücretini garantilemek demekti. Bu haberi kendisine söylediklerinde kendi kendine gülmeye başlayınca şirket yöneticileri de istemsizce gülmeye, o kahkaha attıkça onlar da kahkaha atmaya başladı. Pete, onların yanından ayrıldıktan sonra sevinçle sağ ayağının üzerinde zıplayarak dans etti. Açıkçası bu berbat bir danstı. Bu esnada hala kostümün içindeydi, onu gören yabancılar ise şaşkın ve ürkek gözlerle kendisini süzüyorlardı. Bu durumu fark ettiğinde kendini bir nebze toparladı, çenesini gururla hafifçe yukarı kaldırdı ve tavşan başlığını kulaklarından tutup büyük ayaklarıyla binanın köşesini döndü ve orada avazı çıktığı kadar gülmeye devam etti.

Eylül ayının 10. günüydü, kostümün içinde terliyordu. Bir yandan burnu kaşınıyor, diğer yandan alnından akan ter gözünün içine ilişiyordu. Dört buçuk saattir alışveriş merkezinin önünde dikiliyordu. Sepetinde yaklaşık dört yüz adet karışık şekilde bulunan elmalı, çilekli ve vişneli şekerleri dört ve yedi yaşlar arasındaki çocuklara, ailelerine selam vermek suretiyle, dağıtması gerekiyordu; ancak öyle bir gündeydi ki elindeki şekerlerin yarısından fazlası hala tükenmemişti. Önceki gün, ondan önceki ve ondan önceki günler de bu gibi şeyler dağıtmıştı. Şehrin farklı köşelerine kostümünü taşımak zor bir hadiseydi, bazen kostümü taşımaktansa, ve eğer hava soğuksa, kostümü giyerek işe gidiyordu. Bundan şimdilik kurtulmuş olduğu için Tanrı’ya şükretti. Hele otobüs durağında beklerken ki o hali! Durakta bekleyen kocaman bir tavşan… İnsanların bakışları bazen sempatikçe, bazen korkulu olabiliyordu. Bir maskot, yüzündeki sabit ifadeden olsa gerek,  ve bir de kostümün içindeki kişinin meçhul olması nedeniyle insanlarda bir tür korku yaratıyor, bunu anlayabiliyordu. Bu yüzden bazen başlığını çıkarıyor, taşıması zor geldiği zamanlarda ise bu duruma aldırış etmeyip tekrar başlığı başına geçiriyordu.

Sabah 10’da başlayan işi gece saat 10’a kadar sürüyordu. Eğer elindeki şekerlemeleri yeterince çocuğa dağıtabilirse ve bu çocuklar gülümserse, tabii aileleri de onları gülerken görürse Pete’nin sepetine bahşiş bırakabilirlerdi. Ailelerin mutlu olduğunu gören işletme yönetimi ise Pete’ye belki de daha uzun süre iş fırsatı verebilirdi. Hatta onun azimli çalışmasına hayran kalıp daha gerçek bir işte çalışması için ön ayak olabilirlerdi. Pete, saatlerce dahi olsa bu berbat kostümün içinde vakit geçirmeyi ve neşe saçmayı kendisine görev bilmişti. Bir süre boyunca bu rutini takip etmesi gerekiyordu şimdilik.

Birkaç aydır kirasını ödeyememişti. Giriş katta yaşayan ev sahibine görünmeden geceleri eve giriyor ve tek odalı hanesinde ışığı açmaksızın birkaç saat oturuyordu. Yatağına uzanıp tavana astığı fosforlu yıldızlara baktığında gün boyunca hiç ışık almadıkları için pırıldamıyordu yıldızları. Sıkılınca yatağından doğrulup şehre bakardı bazı zamanlar. Bitişik apartmanlar arasından ileriye bakınca bir açıklık gözüyordu. Bu görünen en uzak nokta şehrin en işlek yeriydi. O uzaklığa baktıkça kendi uzaklığının içinde kayboluyordu sanki. Gündüz yirmi dakikada bir banliyö evinin otuz metre ötesinden geçiyordu. İşsiz kaldığı günlerde ahşap masasında oturup defterine notlar alıyordu. Belki de uzun senelerden beri vazgeçmediği tek alışkanlığı da buydu. Eskiye dair okuduğu her on beş sayfada bir trenin geçtiğini duyuyordu. Bu esnada masası sallanıyor. Dolap kapakları kapalıysa açılıyor, açıksa kapanıyordu.

Eline defterini aldı. Pencerenin kenarına gitti. Perdeyi açtı. Evinin köşesindeki sokak lambasının incecik ışığı odanın içine süzüldü. Sayfaları araladı:

“17 Eylül 1988
Okulun bahçesindeyim. Çevrede insanlar birbirlerine ne kadar da yakın gözüküyor. Şu ilerideki sarışın delikanlı kumral kızın yanına yanaşıyor. Ancak bu kız o çocuğa yüz vermez!

22 Eylül 1988
Okuldan başka gidecek yerde bulunmadığım için hep aynı yerden yazıyorum. Belki ileride yazacağım defterlerde gördüğüm yeni şehirleri yazarım. Neyse, Okulun müzik sınıfının penceresinin önünden bahçeyi seyrediyorum. Geçen günkü sarışın çocukla kumral kız el ele bir köşede oynaşıyorlar.

02 Şubat 1988
Belki bu tutsaklık halinden kurtulup belki bir gün gerçekten özgür olabilirim. Bunun için de bedel ödemem gerekiyor değil mi? Kim bilir ne kadar ödeyeceğim?”

Pek de uzak geçmişte olmayan bu yazdıklarını okuduktan sonra 24 Nisan tarihinde yazdıklarını okuyunca canı oldukça sıkıldı. Kendi halini bir an düşünüp irkildi. İçini korku ve öfke kapladı. Pencereden dışarıyı izledi ümitsizlikle. Yorgunluğunu düşünmek istemedi. Başını cama yasladı, gözlerini kapattı.  I Get Along Without You Very Well[1]’i mırıldanmaya başladı. Sözlerinin bir kısmını unutunca şarkıyı söylemekten vazgeçti. Başka bir defter alıp sayfalarını karıştırmaya başladı:

“01 Ocak 1990
Yeni senenin yeni defteri… Hızla değişen hisler ve bir adet vücut... Gözlerimin bozulduğunu anladığımda buna üzüldüm, kaygı duydum. Bundan sonra bir gözlükle yaşayacak olmamı kabul etmem demek; bir gün şu gür olan saçlarım döküldüğünde artık saçlarımın olmamasını kabul etmek gibi bir his olmalı. Ancak hayat böyle şeyleri düşünmek için gereken lüksü bize veriyorsa eğer.

03 Ocak 1990
Yeni bir iş buldum. Artık tarihi şehir tiyatrosunun kadrolu olmayan temizlikçisiyim. Çok mutluyum! Bu, elime biraz da olsa para geçmesi demek…

07 Ocak 1990
Yeni işime oldukça alıştım. Binanın üç katının temizlik işlerini üstlendim. Üst katta kafeteryanın ve tuvaletlerin sürekli temizlenmesi gerekiyor. Bu fazlasıyla yorucu… Bu alanlar dışında şimdilik temizliğinin sürekli olması gereken yerler yok gibi. Kafenin sakin geçtiği saatlerde bolca zamanım olacağa benziyor.

20 Mart 1990
Tiyatro salonunda biraz kestirdim. Perde arkasında kendime göre bir yer buldum. Burada günün birkaç saatini uyuyarak geçiriyorum. Salon, eski bir salon olduğu için burayı ne kadar temizlersem temizleyeyim farklı gözükmeyecek. Zaten içerisi de oldukça loş. Salonda oyun olmadığı günlerde provalar oluyor. Bazen dekor kuruyorum. Oyunları prova esnasında görme imkânım oluyor. Oyunun sahnelendiği günlerde de kıyıdan köşeden bir yerden izleme imkânı buluyorum. Oyuncular, oyunu her oynadıklarında başka bir oyun oynuyorlar sanki. Bu acemilik midir; yoksa bu işin doğasında mı vardır kestiremiyorum. Bana kalırsa bu işten pek anlamıyorlar da ondan böyle oluyormuş gibi geliyor.

Bu oyun oldukça sıkıcı, trajik, karanlık, ağır bir dram hatta. Ancak yine benim anlamadığım üzere oyun esnasında bu oyunun metninde bolca şakaların yer alması. Oyuncular, oyun bittiğinde izleyiciyi güldüremedikleri için kaygılanıyor. Onları dinlerken beni bir gülme tutuyor açıkçası. Sırf bu yüzden birkaç kere bir kadın oyuncu tarafından azar işittim. Neyin bu kadar komik olduğunu sorduğunda utana sıkıla cevap vermek zorunda kaldım. Bu oyunun ağır dram olduğunu; yaptığınız ucuz şakalara gülmelerini beklemenin aptallık olduğunu söylemesem de ağzımda bir şeyler geveledim. Onlar da gevelediğim bu sözlerin cahil bir temizlikçiye ait olduğunu düşünerek beni alaya alıp bana güldüler. Onlar gülerken başımı öne eğdim ve onların bu küstahlıklarına suskun kaldım. İki erkek oyuncu benim taklidimi yaptı: birisi başımdaki kasketi kafamdan alıp başına geçirdi, eline bir süpürge aldı ve söylediğim sözleri ağzını yamulta yamulta tekrarladı. Ancak ben onun kadar şapşal gözükmediğimi düşünüyorum. İyi oyunculuk sanırım böyle bir şey olmalı(!) Bu genç oyuncuların oldukça dramatik olan bu halimi anlayamamaları bana şunu düşündürüyor: hayatın dram kesitlerinden oluşan bir oyundan ibaret olduğunu düşünememeleri neticesinde her sahneledikleri oyuna garip şakalar ekleyerek berbat performans sergiliyorlar. Bu şekilde bu sanat insanlarının okudukları eserlerden pek bir şey anladıklarını da düşünmüyordum açıkçası. Yani durum eşit, ben ne kadar berbat isem onlar da o kadar berbat. Gerçekte olan bu denklik hoşuma gitse de hayatın görüntüden ve kendini kandırmacadan ibaret olduğunu bildiğimden bu benim için pek bir şey değiştirmeyecek.

Onlar benim halimi sahnelerken ve diğerleri benim bu acınası halime gülerken perdenin yanında, köşede gülen o harika yüze o anda âşık oldum. Daha önce niçin fark etmedim? Birkaç gündür sahnenin tozunu almıyordum, o gün niyetlenip oyuncular gelmeden önce işe girişmiştim. O ve iki oyuncu arkadaşı salona erken geldiler.  Ben elimde paspasla salonu temizlerken oturduğu yerden kalkması için kendisini birkaç kere rahatsız etmiştim; hâlbuki o ana kadar bir kez bile dikkatimi çekmemişti. Adı Mel’di... Yani aslında adı tam olarak Mel değildi; ama ben ona Mel diyordum. Belki bir başkası da ona bu şekilde sesleniyordur, bilemiyorum. Benim onun ismini tekrar edişim hep kendi kendime olmuştu. Doğruyu söylemek gerekirse kendisine hiç seslenmedim.

Mel, bazen salonun girişindeki piyanoda vakit geçiriyor. Elleri çoğunlukla aksasa bile daha önce aşina olduğum notalara ince parmakları dokunuyor. Piyanonun akordu bozuk; fakat o çalıyorken adeta teller kendiliğinden geriliyor ve sesler bir düzene giriyor. Çoğunlukla salonun diğer köşesinden onu seyrediyor ve çaldığı eseri sessizce ve huzurla dinliyorum. Hayatımdaki en büyük eğlencem onun piyanoya ilişmesi ve kendi oyununu sahnelemesi. Ancak oyunculuğu mu; yoksa müzisyenliği mi diye sorsanız çokça çaba sarf ettiği oyunculuğunu seçmezdim. Mel’i piyanosuna dokunurken hayal ediyorum. Geceleri yatağıma uzanıp gözlerimi yumup ve kulaklarımı iki elimle kapatıp onun çaldığı her notayı içimde hapsediyorum. Tekrar ve tekrar dinliyorum şarkısını. Piyanonun tuşları parmaklarım, parmakları parmaklarıma dokunuyor her şarkıda.

Bu ıssız odaya ilk geldiğim günün ertesi gününde alıştığım yalnızlığım bir tür eğlenceye dönüşmüştü. Lise yıllarımda kimseyle konuşmadığım gibi derslerin her birinden itinayla kaldım. İtinayla kaldım; çünkü sırf benim geçmem için özel olarak hazırlanmış basit sınavlarda dahi konuyla ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Bilmek istemiyordum, bilinmek de! Sonuç olarak okulun en başarısız öğrencisi olarak bir şekilde mezun edildim. Bu süre zarfında bazen öğretmenler için geri zekâlının tekiydim. Bir geri zekâlı olduğum için zeki öğrenciler arasında da yerim olamazdı herhalde. Havalı olmadığım için havalı erkeklerin ya da şu çok hoş olan kızların da yanında bulunmam saçmaydı. Mankafalı ve havalı olmayan birisi için okul gerçekten dört harften oluşan anlamsız bir kelime oluyor. O zamanlar -ve bu zamanlar da dâhil olmak üzere- bir andaval olarak kanaat ettiğim yegâne şey: okulun hiç kimsenin hiçbir şey öğrenemeyeceği, belli bir yaş grubunun tutsak edildiği, yaşam enerjilerinin ve senelerinin heba edildiği kuytu bir köşe olduğu. Bazı okulların isimleri ise çok havalı… Genellikle varlıklı ailelerin çocukları bu okullarda eğitim görüyor. Hâlbuki iyi eğitim varlıklı ailelerin, çocuklarından bir süre kadar kurtulmak için kendilerince ürettikleri bahaneden başka bir şey değil. Eminim ki en kötü okul ve en iyi okul arasında öğretilenlerin işe yaramaz saçmalıklar sıralamasında birbirinden hiçbir farkı yok. Sadece iyi bir okuldan kasıt birbirlerine caka satmak isteyen insanların uzlaştıkları berbat bir anlaşma herhalde.

15 Haziran 1990
Sezon sonuna geldik. Oyunlar eylül sonuna kadar sahnelenmeyecek. Ancak salonun bazen de olsa temizlenmesi gerekiyor. Eskisi kadar işim olmadığı için maaşım yarı yarıya düştü. Bu artık para biriktiremeyeceğim anlamına geliyor. Hâlbuki birkaç sene daha burada çalışsam yeni bir şehir görebilmek için imkânım olurdu. Bütün kazancımı yeni taşındığım tren istasyonuna yakın, çatı katı, berbat daireme vermem gerekiyor. Bir de ek iş bulmalıyım. Belki bir yerde garsonluk yapabilirim. Ancak kötü bir hafızam olduğu için siparişleri nereye götüreceğimi karıştırabilirim. Bundan çok korkuyorum işte, bir yarım akıllının yapacağı işler arasında olmasa gerek bu iş.

Mel… Kim bilir ne zaman göreceğim seni? Aylarca seni izledim. Sen sahnede senaryo gereği sevdiğinden yediğin dayaktan perişan bir haldeyken, içinde kaybolduğum kahverengi gözlerinden akan sahte gözyaşlarıyla kendini sahnenin bir kenarına attığında gözlerimden yaşlar aktı. Seninkiler sahteydi, benimkilerse gerçek… Seni gördüğüm ilk günden arkadaşlarına veda ettiğin son güne kadar hayallerimdeydin. Küçük bir yerdi elbette bulunduğumuz köşe. Karanlık bir sokakta, bir aralık, kuytu köşe; aynı bu gezegen gibi, bizim gibi. Bu kuytu köşede pırıldayan yıldızımdın. Heyhat, sana veda bile edemedim.

Mel, sevgilim. Defalarca seni ölürken gördüm tek bir kurşunla. Son repliğini tekrarlarken seninle birlikte döküldü sözcükler her bir esle beraber. Bazen bir trakta tekrarlıyordum repliğini, o esnada karanlıktan gelen bu sesi duyup ustaca metnin devamını getiriyordun.

Belki seni sahnede bir daha göremeyeceğim, belki de hiçbir zaman göremeyeceğim. Belki bu şehirden gideceksin. Birkaç sene sonra hukuk fakültesini bitireceksin ve artık senin sahnen mahkeme salonları olacak.

Bütün geçen bu aylar boyunca seninle konuşmadık. Konuşacak, anlatacak bir şeyim olsaydı belki de cesaret edebilirdim; lakin bir köşede beklemem gerek ne olacağını bilmeden.

Seni unutmamak için elimden geleni yapacağım; en azından defterlerimi saklayacağım.”
                                                                                                                       
Sayfaları kapattı Pete Franklin. Gözlerine dolan yaşları sildi. Defteri öptü, defteri kokladı. Deftere sarılıp uykuya daldı. Düşlerine uzandı yolu:

Güneş, gökyüzünde o günkü kadar güzel ışıldamamıştı belki de hiçbir zaman. Dupduru bir gündü. Öyle taze bir hava vardı ki içine çektiğinde içi serinliyordu adeta. Denizden gelen yosun kokusunun samimiyetiyle birleşince küçük dalgaların sesleri, huzurun çıkmaz sokağındaydınız adeta.

Pete, kalenin üzerinde selamlıyordu halkını sevinçle. Özgür Ruhlar Ülkesi’ydi ülkesinin adı da. Halkı dans ediyor ve şarkı söylüyordu hep birlikte. Güneş, başka ülkelerin üzerine bu şekilde yükselmiyordu, emindi. Şiddet nedir bilmez bir ülkeydi burası. Barış ve kardeşlikten öte bir his yoktu. Aşk ve sanattan başka hiçbir şey yoktu. Annelerine sarılan çocuklar vardı. Babalarından ayrı kalmamış çocuklar… Annesiyle beraberdi, sarılmıştı küçük oğluna. Hiç tanımadığı annesinin kokusunu içine çekti derin derin, ilk kez rüyasında görüyordu şimdi onu, rüya olduğunu anlayınca ağlamaya başladı. Sarıldığı annesi git gide solup gitti kollarının arasında.

Altı yaşındayken, sahildeyken bir sandalda annesine sarılan kızı hatırladı, gözünden dökülen tek damla yaşı hatırladı ansızın. Annesiz büyümüş bir çocuğun annesine sarılan bir çocuğa bakan gözlerini hatırladı.

***

Mel… Sevdiği kadın alışveriş merkezinin önünde durdu, aracından indi. Cübbesi esen rüzgarla ayaklarına dolandı, saçları rüzgarla salındı. Pete, kostümünün içindeydi, onu gördü. Mel, yürüyordu öylece ondan öteye. Pete elini ona uzattı ve bir adım attı. Bir çocuğa çarptı ayağı ve çocuk ağlamaya başladı. Pete yere düştü, çocuğun üzerine.

***

Sahilde uyukluyordu Andre, kitabına sarılmıştı. Pete, babasına seslendi. Babası onu duymadı. Bir rüzgâr esti ansızın. Kumdan kalelerin duvarları birer birer döküldü.



Öykü Seçkisi Sayı:130, Masal Temalı Öyküler                                                   Yazar: Cüneyt Özkurt







[1] Chet Baker -  I Get Along Without You Very Well

19 Nisan 2020 Pazar

Son Oda


                                                                                   

Öykü öncesi yazarın okurdan bir ricası:
“Çok değerli öykü yoldaşım,
Tamamen sizin değerli inisiyatifinize kalmış olarak, öykünün ruh halini yaşatmak açısından, iki değerli eseri okuma esnasında dinlemenizi isterim:
Tsiganiko II – Eleni Karaindrou[1]
Waltz by the River – Eleni Karaindrou[2]
Dilerseniz bu iki eseri öykü boyunca sırayla, tekrarlı şekilde dinleyebilirsiniz ya da seçtiğiniz herhangi bir tanesini, öykü bitene kadar, tekraren dinleyebilirsiniz. Eğer şarkılara ulaşmakta zorluk çekerseniz öykünün dipnotlarında size yardımcı olacak adresleri bulabilirsiniz.”

***
Gri mermerli dehlizin sonunda, dar bir avluya açılıyordu son oda. İçeride her gün çarşafları yenilenen bir yatak vardı, bir de masa. Masanın üzerinde kırmızı kahverengi bir defter ve bir de kalem, ucu körelmiş. 

On iki gün önce getirilmiştim son odaya, kendi ihbarım üzerine. Evimin rutubet kokusu hala üzerimdeki kıyafetlerden çıkmadı, hâlbuki gün be gün temizlenmekteler. Bedenim çok önce küflenmişti, kemiklerim ve yaşama dair umutsuzluk dolu hücrelerim gibi.

Burada günler ağır geçer. Saat 12’yi vurduğunda siyah önlüklüler kapıda birikir: Üçü erkek, ikisi kadın… Erkeklerden ikisi kollarımdan tutar, beni yatağa bağlar. Kadınlar, ilacı hazırlayıp kolumdan enjekte eder. Dört saat kadar sakinleşirim. Odadan çıkıp giderler, kapı aralık kalır. Ardından tanıdıklarım bir bir odaya doluşmaya başlar. Marie, kızım. Aldora, eşim. Joseph, erkek kardeşim. Mary, annem ve Samuel, babam… İlk gençlik yılları arkadaşlarım: Frans ve Pierre… Hepsi aynı sırayla odaya gelir. Masada karşılıklı oturur Frans ve Pierre. Annem, çiçeğime su verir. Marie, bez bebeğini kucağında uyutur. Babam, piposunu tüttürür. Aldora, yanı başıma gelir. Saçlarımı okşar. Ah Aldora, ellerin öylesine şefkatli ki, kalbim sen varken bir kelebeğin kanat çırpışı gibi çaresiz. Gözlerimi araladığımda bulanık görüyorum o güzel yüzünü, gözlüğüm de yok ki, kim bilir hangi köşeye savruldular yine? O derin bakışlarınla yine bana bakıyorsun, değil mi? Ah şiir gibidir yüzün. Sesin, o şiirin mısraları ve her sözcüğün aşkla kulaklarımdan içeri kalbime süzülüyor.

Seni ilk gördüğüm anı hatırlıyorum şu an: Bir bahar günüydü. Sarı fileli eteğin ince belinden dizlerine süzülüyordu. Saçların, meltemle yüzünü okşuyordu. Güneş, bile nazikti sana, tenine hassaslıkla dokunmuştu. Greve’de, karşı kaldırımda, sana doğru yürürken bir dilencinin ayaklarına takılıp yere düşmüştüm. Gözlerim kör olmuştu, hafızam işlemez. Ardından sözcükleri kaybettim. Dilsiz… Ayaklarına dolandığım dilenci yerinden doğrulup üzerime yürüyüp bana bağırmaya başlamıştı; ancak bu şiddet dolu sözcükleri işitmiyordu kulaklarım. Hala karşımda durmaktaydın Aldora. Yürüyüp uzaklaşacaktın, anlamıştım. Yerimden doğrulup koşacaktım ardından, ayaklarına sarılacaktım ve sana yalvaracaktım bu bahtsız hayatımın tarifi güç kusurlarından dolayı. Yüzün şefkatle gülümseyecekti o an, gözyaşlarım kaldırıma düşerken nazik elin tozlu şapkama dokunacak, o narin dokunuşu hak etmeyen çoktan kirlenmiş ellerimi tutacaktın. Bir çocuğa merhametle bakar gibi bakacaktın gözlerime. Aşk hastalığına tutulmuş bir sokak serserisiydi bu ölgün adam. “Bir valsin keman sesinden olsa gerek bu bedbaht halin serseri!” diyecekti dudakların. Yüzüne bakıp yeniden yüzümü dönecektim soğuk kaldırım taşına.

Marie, sevgili kızım. Seni kollarıma aldığım gün kokunu derin derin içime çekmiştim. Çok mutluydu baban. Çok mutlu olduğum zaman içimi bir korku kaplar kızım. Sanki bu mutluluk bir anda sönüp gidecek ve yerini bir kâbusa bırakacakmış gibi hissederim. Belki de bu yüzden hiçbir zaman mutluluklarımı doyasıya yaşayamadım. Şimdi anlamaktayım ki bu konuda yanılmaktaymışım.
İlk adımını attığın gün, bana ilk kez baba dediğin gün, gözlerimden yaşlar akmıştı. Annene sarılmıştım. Bu bir mucizeydi. Küçük bir çocuğun baba demesi, ilk adımını atması niçin mucize olsun Marie’m? Bunlar hayatın sıradanlıkları değil mi? Niçin baban ağlıyordu öyleyse?
Bana benzeyen o yanını düşündükçe kalbim için için acıyor. Sessizce derinlerde yüzen güzel bir balıksın sen, lakin güzelliğin benden değil, annenden. Sessizliğin ise benden… Bu gürültülü hayat için sessizlik masum kalıyor Marie’m. Dileğim zaman geçtikçe annen gibi hayata karşı dik duranlardan olabilmen; bir sokak serserisinin şiirleri kalbinde dolanıp ruhunu ele geçirmesin, yükselmesin dumanlı kentin üzerinde. Bir dilencinin ayaklarına dolanıp sürüklenmesin, kirlenmesin güzel kıyafetlerin benim pek sevgili kızım.

Joseph. Sen hep kadınların ilgi odağı olmuştun. Uslanmaz bir gençtin. Aynı odayı paylaştık senelerce. İki yakın dosttuk seninle, kardeşlik üstüne pul biberdi. Aldora’ya olan aşkımı sana anlattığımda nasıl da alay etmiştin benimle. Düşkün ailemizin çaresizliğini, hayal kırıklıklarını düşündükçe ve ben vazgeçtikçe bütün o alaycılığın kayboluvermişti yüzünden. Kardeşten öteye geçip bir ağabey gibi elini omzuma koyup vazgeçmemem gerektiğini söylemiştin. Üstümüz başımız yırtık pırtıktı Joseph, hatırlar mısın? Kışın aynı kazağı giyerdik sen ve ben. Bazı günler ben çıkamazdım caddeye, bazı günler sen. O gün kazak sırası sendeydi, eğer “Sen git bugün!” demeseydin Marie bu Dünya’ya gelmeyecekti belki de.

Yine benimlesin. Bu soluk yüzlü adamın yanında…

Babam bir deri fabrikasında işçiydi. Haftanın üç günü vardiya duruyordu. Eve gelmediği günler anlardık ki ikinci ve hatta üçüncü işlerinde umudun peşine düşerdi. Gıdasızdı ailem. Babamsa oldukça zayıflamıştı. Ülke fakirdi. İnsanlar kirli. Gündüz vakti sıçanlar kedilerin peşinde koşturuyorlardı ve hatta birkaç tanesi küçük bir köpeği boğazlamıştı. Mahallemize ağır bir koku yayılmıştı o sıralar. Sokağın başındaki geçidin önünde bir grup protestocu jandarmaya taş ve sopalarla karşı geliyordu. Kraliyet aleyhtarı diğer bir grup protestoculara ateş açmıştı. Yere yatan kırmızı kolluklulardan birinin üzerine bu sıçanlardan biri peyda oldu. Yerinden dehşetle kalkan protestocu jandarmanın ateşiyle karnından vuruldu. Kırmızı kolluklu grup yerlerinden doğrulup jandarmaya saldırdı ve o esnada diğer grup da olaya girişti. O an babam yolun köşesinde gazeteye sarılı peksimetiyle duvar dibine sinmişti. Kraliyet yanlıları o yöne doğru koşmaya başladı.

Arkadaşlarım, dostlarım vardı. Bazı günler bahsettiğimiz gençlik ateşiyle yükselen fikirlerimizdi. Yerel gazeteleri satamadığım günler onlarla buluşurdum. Sıra dışı fikirlerimizi birbirimizle hararetli şekilde paylaşırdık. Daha kimse kurşuna dizilmemişti. Hiçbirimiz herhangi bir cinayetten yargılanmamıştık henüz. Masum tartışmalardı, yükselen gençlik alevimizdi.
Başka dostlarımız da olmuştu önceleri. Daha sonra onları birer birer yitirmiş bulunduk. Fikrimiz, onlar için halka yayılan virüs değilse neydi? Bizler cüzzamlılardık onlar için. Zamanla aralarından dışlandık. Toulon’un aşağısında haczedilmiş ve yağmalanmış bir evin bodrum katında, bir masanın etrafında, gaz lambasının cılız ışığında geceleri soluksuzca kararlarımızı açıklamaktaydık. Bu sırada üç kişiydik. Üç farklı kişi…

Francis, gruba liderlik eden bir sokak serserisiydi. Dar omuzlu, uzun yüzlü, kumral bir maçoydu. Avukatlık eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmıştı. Babası ve babam aynı fabrikada işçiydi. Bazı zamanlar hırsızlıkla geçimini sürdürüyordu. Sevilmezdi insanlar arasında. Kaba bir hali vardı. Çokça kavga ederdik. Çokça birbirimize sarılırdık, ağlardık.

O gün peşime düşen kraliyet yanlıları sokakta beni köşeye sıkıştırdığında Francis peşimden koşup önüme kendini siper etti. Bana gelecek darbelere ortak olmuştu. Eğer o olmasaydı o gün orada öleceğimi biliyorum. İkimiz de saldırıdan sonra yol boyunca uzanmıştık. Yere düşen kasketini başına geçirdi yattığı yerden ve kış bulutları arasından gözüken güneşi gösterdi bana. Umut, ışıl ışıldı gökyüzünde ve çamura bulanmış kanlı yüzümüze tebessüm etmişti son bir kez sanki.

Pierre, oldukça kısa boyluydu. Çok cesur bir gençti. Çocuksu tavırları vardı; böyle olmasına rağmen bilgisine her zaman güvenmiştim. Pierre, belediyeden bir kâtibin getir götür işlerini yapıyordu. Çoğunlukla para kazandığı söylenemezdi. Sanırım o sıralar kimse para kazandığını söyleyemezdi. Siyasal tarihten anlardı. Çoğu zamanını okuyarak geçirirdi. Okuduğu zamanlarda ona ulaşamazdı hiç kimse. Belki de bizim eksik kalan yanımızı tamamlayan o’ydu. Ne zaman bir yanılgıya düşsek Pierre’in eşsiz bilgisine sığınırdık. Sorduklarımıza hızlı cevap veremezdi. Gülümseyen yüzü ciddileşir, sessizce, olduğu yerde gözlerini yere indirir, elini çenesine götürür ve düşünmeye başlardı. Bu esnada onunla konuşmazdık. Frans ile kendi aramızda başka bir mevzu üzerine konuşmayı sürdürürdük. Ancak bir süre geçtikten sonra Pierre ona yönelttiğimiz soruya, derinlemesine bir mantık çerçevesi içerisinde, cevap verirdi. Verdiği eşsiz cevapla gözlerimiz pırıldardı ve bizimle olduğu için ona minnet ederdim.

Her iki arkadaşımla da aynı parkta tahtadan kılıçlarımızla yalancı düşmanlar edinirdik biz daha çocukken. Biz de değirmenlere savaş açmıştık.  Bazen bendim Sancho Panza, bazen de onlar… Hep bir düşman bulma telaşından, oyunları bile çocukların sapanlarla, sopalarla. Eminim ileride çocuk çeteleriyle ilgili bir roman yazılacaktır herkesi ağlatan. Belki de küçük, sevimli, sarı saçlı bir çocuk olur kimsenin tarafında olmayan. Belki de o masum çocuk ölür hikâyenin sonunda. Çünkü hep böyle olmaz mı?

Onları dinliyordum: Robespierre’in talihsizliğini, bu talihsizliğe bizlerin de bir gün maruz kalacağımız gerçeğini, giyotinin halkın nasıl bir eğlencesi haline geldiğini, öfkenin ve katliamın tüm bu fakirliğin bir oyuncağı haline geldiğini, Jeanne d’Arc özlemimizi konuşurken gecelerimiz bu küçük hanenin içini doldurur olmuştu. Fikirlerimizi sayfalara yazdığımız ve altına rumuzlar uydurduğumuz kirli sayfaları lağım kokan mahallelere dağıttık hep beraber. Şehrin ayrı yerlerinde kılık değiştirerek dolaştık. Dolaşırken peşimize takılan yandaşlarımızla gizli sohbetler kurduk. Günler; açlık, yoksulluk içinde devinirken peşimizden bizi takip eden öfke yerini çiçeklere bırakabilir miydi?

Birkaç hafta içerisinde kalabalık kontrolümüzden çıktı ve kendi kararlarını vermeye başladı. Ancak başlatmış olduğumuz bu hareketin bir parçası olmamızdan ve temelde edindiğimiz fikrin sonuna ulaşmak gayretiyle son güne kadar geldik.

İlk günkü çatışmada Francis kışkırtıcı manşetler yazan bir gazeteciye iki el ateş etti, gazeteci belediye binasının önünde yığıldı. Jandarma, Frans’ı avluda kıskıvrak yakaladı. Davası hızlı görüldü ve sehpaya götürüldü. Francis sehpaya giderken meydanın gerisindeki kulenin üstünde dostuma son kez bakmaktaydım. Baygın ve güçsüzdü. Kalabalığın yükselen sesleri arasında bıçak hızlı bir şekilde boynunu kesti ve celladı düşen başını sepete attı.

Pierre, karşı saldırıda iki kişiyi ölümcül şekilde yaralamıştı. Biri kurtulmuştu, ancak diğeri olay yerinde can vermişti. Pierre, iki hafta hücrede tutuldu. Ne kadar onu görmesi için aracılar bulsam da dostuma son vedamı edememiştim. Pierre, öğleden sonra saat 1’de meydanda, yağmurlu, soğuk bir aralık günü halkın kahkahaları arasında idam edildi. Onu son kez göremedim. Göremedim çünkü…

Gözlerim bulanıyor, hastalık tüm bedenlere çoktan yayılmış. Kalabalıklar, intikam hissiyle başlarımızı bizden istiyor. Joseph, kardeşim. Tut ellerimi. Girdiğim komadan kurtulabilirsem eğer kaldırımın karşısında o güzel kadının peşinden gideceğim. Tüm yoksulluğumuzu unutup, belki de bu ülkeyi onunla terk edeceğim. Sevgi, aşk belki içimizdeki bu yeri dolmayacak özgür hislerimizle yeşerecek tekrar. Küçücük bir filiz koca bir ağaç olur ya, işte bizim de düşüncelerimiz büyüyecek, belki bizler hayata meydan okumuş ölümsüzler sıralanacağız peşi sıra. Bizden öncekilerle selamlayacağız uzun koridorların, karanlık kuytularında ellerinde küflü sayfaları tutanları.

Biliyor musun Joseph. O gün kazağını verdiğinde dilencinin ayaklarına takılıp yerden kalkamadım. Sarı elbiseli kadın kaldırımın ilerisinden, sokağı döndü ve uzaklaştı, gözden kayboldu. Peşinden gidemedim, sana anlattığım aşk hikâyemde bir daha rastlaşmamış iki öykü kahramanıydık onunla ben. Adını Aldora koydum onun. Sonra küçük bir kız çocuğumuz oldu bizim. Adını Marie koydum. Canım kızım Marie’m. İşte onun baba demesi bu yüzden mucizem oldu. Onun ilk adımı bu yüzden benim mucizem.

Günyüzü görmemiş annemi sana emanet ediyorum Joseph. Bu bedbaht halimize lanet ediyorum. Tanrı’ya emanet olmanızı diliyorum. Bu perişan halimiz bu cüzzamlı hayatın gerçek bir öyküsüdür en nihayetinde ve ben herkes bilsin, hissetsin ve belki de halimize ağlasın istiyorum.

***
Kraliyet yanlısı grup benim peşime düşmüş. Ailemi sormuş soruşturmuş. Babam, sokağın köşe başında gazeteye sarılı peksimetiyle kraliyet yanlılarınca tartaklandı ve yaşlı, güçsüz bedeni dayanamadı. Oracıkta gözlerini hayat yumdu zavallı babam. Onları gördüğümde elimdeki bıçakla onlara saldırdım. Ardından kaçmaya başladım. Tam üç kişinin hayatına orada son verdim o esnada. Birkaç günün sonunda ise kararımı vererek bir telgraf çektim ve bulunduğum karanlık sokak hanesinde onları beklemeye başladım.

Masanın üzerindeki deftere sizlere özlemimi yazdım, belki sonra okuyanlar olur ümidiyle.
Son Oda’dayım. Bu benim son odam. 



Öykü Seçkisi Sayı 129, Virüs Öyküleri                                                          Yazar: Cüneyt Özkurt




[1] https://open.spotify.com/track/5M1Nzxb3P4UdftwL6T3JZA
[2] https://open.spotify.com/track/6ZWIsmAJ1LxrVWcXdzTT7T

26 Mart 2020 Perşembe

Zamanın Kumları


                                     
İçerideyim. Birkaç gün önce almış olduğum kripto mesajda belirtilen yerdeyim. Çürümüş bedeni tam karşımda uzanmış ve korkuyorum.

Sıradan bir gündü. Yayınlanan makalelere göz atmak için okulun bana geçici olarak tahsis ettiği odama çekilmiştim. Her zamanki gibi postalar kapının altından içeriye itilmişti. İleri gelen bazı araştırmacılar yayınımı tebrik etmişti, yeni unvanımı ve o günden bir hafta önce almış olduğum uluslararası araştırma ödülünü kutlayan birkaç zarfın haricinde EAA[1]’dan gelen kongre davetiyesine göz attım. Zarfları boy sırasına göre dizdim ve çalışma masama oturdum. Zarflara tekrar göz attım. Dokuz adet zarfın altıncısı Lübnan’dan geliyordu. Gönderen kişiyle ilgili her hangi bir bilgi zarfın üstünde yer almıyordu. Zarfı açtım ve içindeki tozlu sayfaya göz gezdirdim.

“29. gündeyiz. 50’nin olduğu diyarda… Dört süvari bir kadınla kaçtı, üçlemelerin ve birin yerinde, yüzleri yirmiden eksik bir beş kadar. Üçü de orada… Medeniyetin yükseldiği Doğu’da”.

“Dört süvari mi?”

İlk önce öğrencilerin yaptığı bir şaka olma ihtimalini düşündüm; ancak bu ihtimal aklımdan hızlıca silindi; çünkü öğrencilerimle asla şakalaşacak kadar yakınlık kurmamıştım.

Masamdaki bej rengi yuvarlak hatlı telefonumun numaralarını dairesel şekilde çevirdim ve Dr. Ashley’i aradım. Departmanımız profesörlerinin Lübnan’da herhangi bir araştırmayı sürdürüp sürdürmediğini sordum. Olumsuz yanıt aldım. Odamda dolanmaya başladım. Raflarda klasörlenmiş gizlilik içeren kayıp tarihin deşifre edilmiş sayfalarına göz attım. “Deşifre Edilen Belge 12: Ptolemaios - Kayıp Kral ya da Firavun”

Birden fazla Ptolemaios olduğunu biliyorduk ancak XIII. Ptolemaios’tan sonra hanedanlığın kayıp veliahdına yönelik şüphelerimiz bulunuyordu. Bununla ilgili Lübnan’da 45 gün kadar Beyrut Amerikan Üniversitesi Arkeoloji Müzesi’nde çalışmalar yürüttük. Müze yönetimi çalışmamızda yardımı çok büyüktü; ancak çalışmamıza yeteri kadar bütçe ayrılmadığı için ve bölgede daha fazla kalmamızın maliyetinin yüksek olacağı için geri dönmek zorunda kalmıştık. İsimsiz gelen mektubu kripto uzmanı Profesör Nash’e götürdüğümde notun 29 derece 50 dakika 41 saniye kuzey ve 31 derece 15 dakika 03 saniye koordinatlarını içeren klasik bir kripto olduğunu çözmesi 45 saniyesini aldı ve alaycı bir gülümsemeyle bu koordinatın Gize Piramitleri’ne ait olduğunu söyledi. Utanarak kâğıdı geri aldım ve odama yöneldim.

Masama oturup zarfı diğer zarfların arasına, boy sırasında olması gereken yere tekrar koydum. Tekrar telefonu aldım ve havayolu şirketinin Mısır’a olan en yakın seferinin ne zaman olduğunu öğrendim. Maalesef ertesi güne kadar bütün uçuşlar doluymuş. Bazı seferler iptal edilmiş, bileti iptal edilen yolcuları mağdur etmemek için diğer havayolu şirketinin boş koltuklarına yönlendirmişler. Okuldan bir haftalık izin işlemimi halledip eve yol aldım. Ertesi sabah dokuzda uçağım Kahire’ye kalkıyordu.

Arabama atladım ve şehir merkezinden ormanlık alana saptım. Göl kenarındaki yolu takip ettim ve kuzeye doğru yöneldim. Böylece evin yolunu 25 dakika daha uzatmış oldum. Şehir anıtının oradaki alışveriş merkezine gittim ve ertesi gün için yanıma almam gereken ve günlük zaruri ihtiyaçlarımı karşılayacak malzemeleri alıp eve gittim. Odama çıktım ve yatağıma uzandım. Ev, her zamanki gibi sessizdi. Yaşadığım eve benden başkasının adım atmadığını fark ettim. Oldum olası hep yalnızdım. Sessizdim, insanlarla iletişim problemim vardı. Gençlik dönemimde yaşadığım sözlü tartışmalar sonucunda kalp ritmim hızlanıyordu, bir süre sonra insanlarla tartışmayı bıraktım, ailem Washington’da yaşıyordu. Bense oldum olası bu kenti sevmemiştim. Washington’dan pek de farkının olduğu söyleyemeyeceğim California’ya geldim ve 17 senedir burada yaşadım.

Bazı geceler rüyalarım bölünüyor. Kendimi bir çöl fırtınasında buluyorum. Bir kadın görüyorum ipek giysilerinde, yüzündeki peçesinin ardından bana bakıyor nefretle. Benden uzaklaşıyor. Elimi ona uzatıyorum. Arkasından koşmaya başlıyorum nefesim kesilene kadar. Ona sesleniyorum, sesim çıkmıyor. Kum fırtınası şiddetleniyor. Kadın ve dört atlı fırtınanın içinde kayboluyorlar. Kim bu kadın? Onu tanımıyorum. 15 yaşımdan beri bu rüyayı görüyorum: Dört atlının alıp götürdüğü bir kadın... Soyut resimler çizen bir ressama 5000 dolar verdim ve bu rüyayı resmetti. Bana göre o kadar kötü bir resimdi ki 5 dolar bile etmezdi; tabloyu okuldaki odama koydum, Dr. Ashley tabloya bakıp 4 farenin üzerinde bir kertenkele gördüğünü söyledi. Öyle olmadığını söyledim; ancak benim resimden anlamadığımı söyleyerek benimle alay etti ve odadan kahkahalar atarak çıktı. Böylece rüyamı ressamdan başkası ve tablodaki konuyu -ki yanlış yorumlayan- Dr. Ashley’den başkası bilmiyor.

Ertesi gün uçakla Kahire’ye indim ve doğruca otele yerleştim. Küçük, havasız bir odaydı. İçeride sabit bir yere hava üfleyen, pervaneleri tozlu, mavi bir fan vardı. Çalıştırıp karşısında terimin kurumasını bekledim. Sırt çantamdan ajandamı ve ince klasörü çıkartıp yatağın üzerine koydum. Saat öğleden sonra ikiydi. Odamdaki telefon çaldı. Bir kadın sesiydi. Benimle buluşmak istediğini, yarım saat sonra otelin karşısındaki restoranda olacağını söyledi. Başında beyaz bir şal olacaktı, girişin sol tarafındaki köşede, iki kişilik masada oturacaktı. Gençlik dönemimden kalan kalp çarpıntım tekrar başladı ve o anda bağırsaklarım bozuldu. Tuvalete gittim ve içimi boşalttım. Sifonu çektim; fakat su boşalmadı. Musluğu açtım ve incecik akan kahverengi suyu lavabonun altındaki kovaya doldurdum. Temizlendim, suyu klozete döktüm ve odadan çıktım. Ancak tekrar bağırsaklarım hareketlenmeye başladı ve koşarak tekrar tuvalete gittim. Böylece 20 dakikamı tuvalette harcamış oldum.

Sonunda odadan çıktığımda vücudumdaki tuz kaybından halsiz düşmüştüm. Karnımı tutarak otelin merdivenlerinden indim. Bağırsaklarımın tekrar hareketleneceğini düşünüp heyecanlandım ve gerçekten yine hareketlendi; bu sefer geri dönmeyeceğim ve unutmaya çalışacağım, “Tamamen beynimle alakalı!” diyerek otelden çıkıp restorana gittim. Kapıdan girdim ve heyecandan sağa yöneldim. O sırada sol tarafta birisinin hareket ettiğini sezdim, kafamı sola çevirdiğimde beyaz şallı kadını gördüm. Yüzünü şalıyla kapattı ve sağ eliyle masayı işaret etti. Kararsız adımlarla masaya yöneldim. Karşısına oturdum.

“Merhaba!” demesi yetti İngilizcesinin aksanlı olduğunu anlamam için.  “Merhaba!” diyemedim. Sadece başımı hafifçe eğdim ve onu selamladım. “Benden aldığınız bir not üzerine buraya geldin,” dedi yavaş bir şekilde. Sağa ve sola bakındıktan sonra devam etti: “Korkuyorsun biliyorum; ancak korkunun yersiz olmadığını söylemek istiyorum. Korkmakta yerden göğe kadar haklısın.”

Artık bağırsaklarımı düşünmüyordum; çünkü başka bir sorunum vardı: Kalbim. Kalp ritmim bozulmuştu ve yavaş yavaş yanaklarımın ve gözlerimin kızardığını hissetmeye başlamıştı.

“Bay Christopher, üzerinde çalıştığın projeyle ödüle layık oldun. Bugüne kadar açıklanmamış birçok tarihi belgeyi açıkladın ve bir bu kadarı da klasöründe. Bunları kamuoyuna açıklayıp açıklamamak konusunda tereddütlerin var. Ama yukarıdan aldığın emirler doğrultusunda bunu yapabileceksin. Bunu ikimiz de biliyoruz.”

İkimiz de biliyorduk. Bugüne seçilmişlerden onay almayan hiçbir çalışmam açıklanmamıştı. Kurul onayından sonra bu belgeler açıklanabilirdi.

“Bir bağ kurdun. Bu bağ seni buraya kadar getirdi,” yüzündeki peçeyi düzeltti. Aslında peçe olarak şalının omuzlarından sarkan kısmını kullanmıştı. “Şimdi sana son bir adım imkânı veriyoruz. Kayıp bir papirüsten söz ediyorum. Bunun için Keops’a gideceksin. Keops’un arka kısmına, şehre sırtı dönük olan tarafına.”

“Ancak orada güvenlik önlemi…” “Merak etme, seni almak üzere bir araç tam saat onda otelin önünde olacak. Seni piramidin arka kısmına yönlendirecekler. Gece yarısı saat 12’de dediğim yerde bekle, ben de orada olacağım.”

Dedi, masadan kalktı ve restoranın dışına yöneldi. Sandalyesine uzun uzun baktım. Otele geri döndüm. Çantama yatağın üzerine çıkardıklarımı geri koydum ve geceye kadar bekledim. Saat 10’u gösterdiğinde otelin önüne beyaz bir Mercedes yanaştı. Otelin kapısından çıktım, kapı içeriden açıldı ve araç yavaş bir şekilde yol aldı.

Platoya yaklaştığımızda araç durdu ve karanlıkta atlıların olduğunu gördüm. Beni selamladılar, siyah bir ata binip Keops’a doğru yol aldık.

Piramidin arkasına gittiğimde beyaz şallı kadın oradaydı. Beni selamladı. Piramidin sol arka köşesine doğru onu izlememi söyledi. Onu takip ettim. Ardından piramidin köşesinin olduğu yerde, kumun üzerini eliyle eşeledi. Eşelediği yerde demir bir halka belirdi. Demir bir halkayı tutup kendine doğru çekti. Ardından zeminden metal bir bölme kumları havaya doğru sıçratarak açıldı, açılan yer piramidin altına doğru inen, derinliği gözle kestirilemeyen yüksek basamaklardı. Merdivenlerin 5 basamak altında, duvarın sağında yanan bir meşale vardı. Merdivenlerden 5 adım indi ve yanan meşaleyi aldı. Yanan meşalenin tam karşısındaki duvarın solundaki meşaleyi elindeki meşaleyle tutuşturdu ve o meşaleyi bana verdi.

İçeride beklenilenin aksine, toz ve küften ziyade, menekşe kokusu hâkimdi. Merdivenlerden aşağıya doğru indik. İndikçe koku şiddetlenmeye başladı. Merdivenlerden 33 basamak kadar indik. Ancak indiğimiz yerden aşağıya bir o kadar daha iniyordu. İndiğimiz yerde uzun, dar bir geçit vardı ve burada yürüdükçe menekşe kokusu daha da artıyordu. Uzun koridorun sonunda beyaz şallı kadın durdu ve bana döndü. Meşalenin yaydığı ışıklar siyah gözlerinin içinde birbirini tekrar etmeyen şekiller çiziyordu. Peçesini indirdi. Yüzü oldukça tanıdıktı. Bir hatırası var gibiydi.

“Arkamda duran lahitin kapağını arala!” dedi sert bir şekilde.

Tahminimce iki bin senelik mermerden yapılmış Lahitin üzerindeki ağır taşı ittim. Meşaleyi içine tuttum. Bir papirüs vardı içinde ve bir mumya, yanında kiremitten bir şişe.

“Papirüs, işte kayıp parça! Profesör, okuyun lütfen!”

Mumyanın elindeki papirüsü aldım, üzerindeki toza üfledim, sakinliğimi korumaya çalışıyordum. Okumaya başladım:

"Ophelia, çok sevgili, güzel çiçek. Bizim şu hazin öykümüz yazılırken sen ve ben yine bir arada değildik. Kır çiçeklerinin içine uzanıp bulutların arasından gözümüze ışıldayan güneşi elimizle örtmüyorduk. Saçlarını avuçlarımın arasına alıp onları koklamıyordum. Gözlerinin içine bakıp zamanın durduğunu hissetmiyordum. Elini tutup kalbime yaslamıyordum. Kalp atışlarım yavaş; ama güçlü bir şekilde ismini tekrar etmiyordu. Güz gelip beni çağırdıklarında odama gidip yastığıma başımı yaslayıp hıçkırıklara boğuldum. Bu Dünya için fazla gaddar olup bütün gücü elimde bir oyuncağa çevirmek niyetinde değildim. Asıl olan gücün hâkimiyeti altında kalabalık bir grubun ayaklarımın altında kalışına şahit oldum. Çocukların çığlıkları gece odamın duvarlarında yankılanıyor. Bir celladın karanlık maskesi, yüzünden düşüyor. Korkuyla duvara yaslanıyorum. Gözlerimi yumuyorum. Kalbim yerinden sökülürcesine çarpıyor; hırsla sıktığım yumruğumu ısırıyorum, canım acıyor.

Kim bilebilirdi, olayların buraya varacağını. Kartaca’nın düşeceğini, Roma’nın hâkimiyetinin güçleneceğini ve tüm imparatorluğun bildiğimiz tüm kara parçalarını teker teker ezip geçeceğini. Savaş naraları atan güçlü komutanları bin kez yağmaladı ve bizi barışa zorladı. Gücümüz yettiğince, kılıçlarımızı salladık şafak sökene kadar. Sahte erdem peşindekiler, yüce konsüllerini dinlemeyen o aşağılık mahlûklar siyasi kumpasları kuranların ta kendisi. Birer birer tarih yazıtlarına işleyecektir bütün bu olanlar. O zaman çektiğim çilenin ve üzerime yüklenen kara lekenin anlamını saptırıp beni duvarlara bir şeytan olarak kazıyacaklardır ya da bu celladın kutsal bedenini bir lahite gizleyeceklerdir. Bu Dünya’nın sonunun bir şekilde gelmesini diliyorum yine; çünkü seni ve beni ayıran zorbalığın ta kendisidir. Sen de, ben de bütün bu katliamın parçasıyız.

Pek bir farkı yoktur, geçmiş ve gelecek birdir. Savaş gemilerimiz bin kürekle manevralar yapabiliyor, bundan bin sene sonra yüz kürekle yapabilecekler. Demiri erittik ve ışıldayan kılıçlar imal ettik. Zırhlarımız ve kalkanlarımız güçlendi, ancak Galyalılar zorbalıklarından ve yağmacı zihniyetlerinin esiri olduklarından kılıçları keskin değildi, kalkanları küçük ve zayıf kaldı ve onlar da Roma’nın himayesindeler artık. Roma’nın çarpık yerleşimleri, küçük haneleri yayıldı Dünya’ya ve maalesef artık tüm yollar Roma’ya çıkıyor.

Erdem Dünya’ya hükmedecek dediler, ancak hazzın hükmettiğine şahit oldum. İçlerindeki şiddeti ve öfkeyi kendilerine yoldaş eylediler. Kent meydanlarında zevkle yoldaşlarımızın boyunları vuruldu, cellatları ve onun savunucuları yanan cesetlerin etrafında dans ettiler. Gece yarısı muhafızlarımızın bir kısmını daha canlı canlı ateşe verdiler. Sesleri surların arkasından duyuluyor, askerlerimizin çığlıklarını işittiğimde onlarla beraber kahkaha sesleri de yankılandı gökyüzüne yine. İçimdeki sevgiyi yakıp kül eden benim ve sen. Başımı dik tuttum ve ağlamayı bıraktım artık.

Kardeşlerim de ihanet etti, vezirlerim satın alındı. Ordumun generallerinin bağlılık yeminleri sökülüp atıldı. Geriye tüm yetkileri alınmış bir prens kaldı. Ophelia’yı deli gibi seven. Onun arzusuyla yanıp tutuşan deli bir âşık.

Bir gece yarısı dilsiz soytarımdan aldığım mektupta katledileceğin yazılıydı. Bir hizip almış yürümüş ve senin cömert, sevgi dolu kalbin sökülecekmiş, ardından köpeklere atılacakmış. Bütün uzuvlarını birer birer kesip yaban domuzlarına yedireceklermiş. Beni kent meydanında çarmıha gerecekler, güzel başını karşımda bir kazığa yerleştirecekler, üçüncü günün sonunda şölenle başınla oyunlar oynayıp oyunun sonunda çektiğim acıyla çarmıhı ateşe vereceklermiş. İşte aşkımın bedeli budur!

Halen sadakati süren dört süvarime atları hazırlattım, geçitten doğruca kentin dışına çıkarılman üzerine emir verdim. Korktuğunu biliyorum, beni son kez görmek istemeyeceğini de biliyorum sevgili Opheliam. Bana kızgın olduğunu da biliyorum. Aşkımın karşılıksız olduğunu biliyorum. Gücümün kalbine bir kere bile ulaşmadığını biliyorum. Ülkeler yönettim, orduları savaşa yolladım. Kalemiz fethedilene kadar bütün savaşları kazandık; ancak savaşmaktan yoruldum. Kalbimle… Kalbini kazanabilmek için bir şölene dönüştü Dünya. Romalıların katlettikleri erdemi ben de katledip önüne cesetler sundum. Yağmaladığımız ülkelerin hazinelerini önüne serdim. Gözün görmedi. Âşıktın sen de… Benim gibi bir âşık… Ancak kafesteki bir kuştun sen, benim kafesimde. Kapıyı araladım gitmen için. Özgür olman için. Mutlu olman için. Seni mahvettim, tüm gençliğini acılar içinde geçirmene neden oldum. Sevdiğin adamı gözlerinin önünde öldürdüm, fakat Ophelia sen başkasını sevemezdin. Benim sevgim varken bir başkasını nasıl severdin söylesene. Buna kalbim nasıl dayanabilirdi? Tüm bu fetihler, bu cinayetler niçin işlendi? Bir kez olsun yüce sevgine ulaşmak için, bir kez olsun kalbinin benim için çarptığını hissetmek için. Elimdeki kör hançeri o köle parçasına defalarca kere sapladım ve gözyaşların onun yere saçılan koyu kırmızı kanının içine karıştı. Ardından benim gözyaşlarım da…

Artık ne bu şehrin, ne bu ülkenin bir önemi kalmadı benim için. Altınlar, zümrütler paha biçilmez mücevherler sadece birer taş parçasından ibarettir artık. Kendimi odama kapattım. Hiçbir devlet meselesini duymak istemedim. Söylentiler aldı yürüdü. İlk önce artan vergilerden ve pahalılıktan küçük isyanlar başladı, ardından bu isyanları kışkırtan muhaliflerimiz olayları büyüttü ve karmaşa daha da büyüdü. Yağmalamalar başladı, ardından kentte yangın yükseldi. Büyük piramidin orada bir grup isyankârın sarayı basacağı, seni ve beni katledeceklerine dair yemin ettiklerini duysam da aldırış etmedim. Ailemin asil kanını dökmek istemeleri bir takım inançsızların işidir. Tanrıların kutsadığı kanımın toprağa düşmesi demek tüm ülkenin kana boğulması demektir. Nil, taşıp üzerlerini kara gölge gibi örtecektir. Bunlar da saçmalık. Nil, taşmaz artık. Taşarsa sonumun sevincinden olacak. Tanrılarsa kanımı kutsamadı. Dedelerim de sıradan birer insandı. İnsanlar, kutsallık atfedecek bir şey buluyor önünde sonunda. Tarlada yetişen herhangi bir sebzeyi bile tanrı sanabilir onlar. Biz bunu erken fark edenlerdendik ve tüm yönetim yetkisini elimize aldık. Retorik ustalarıydık ve nesiller boyunca insanların zaaflarını kaydettik ve piramitlerin içindeki gizli odalarda bu bilgileri muhafaza ettik. Onların inancını yönlendirdik ve bu şekilde onları yönetebildik. Güç, sıradan olan bizlerin elindeydi. Kan dökmek her zaman bizi hâkim kılacaktı ve öyle de oldu. Dökülen her damla kanla bize olan bağlılık daha da arttı ve bu şekilde iktidarımızı kuvvetli tutabildik. Roma güçlenene kadar himaye bizim elimizdeydi; ancak bu inanılmaz gücü onlara devrettik ve artık son bizim için karşımızda, kalemizin duvarlarının dibinde.

Sevgili Opheliam… Gidiyorsun. Sana veda ediyorum. Son kez gelip ayaklarına sarıldım. Yüzünü benden yana çevirmedin. Avuçlarını yüzüme tutup gözyaşlarımı akıttım son damlasına kadar. Gözlerim kanayıncaya kadar ağladım.

Hayatını bundan sonra mutlu şekilde yaşamak için çöller diyarını aşıyorsun artık. Seni görüp, âşık olduğum yere, ana vatanına, bozkırlarına gidiyorsun sadık dört süvarimle beraber.

Senin için döktüğüm kanlar için pişmanım; ancak bilmelisin ki yine olsa yine bunu yaparım. Aşkın, tutkunun önünde kaleler durmuyor, binlerce insanın hayatı zerre kadar umurunda olmuyor. Hepsi bir şekilde feda ediliyor. Binlerce senedir süren hükümranlığın sonunu getirmiş oluyorum. Kapımın ardında on muhafızın son nefes çığlığını duyuyorum, bu papirüs sana ulaşır mı bilmiyorum ve elimdeki zehir dolu kadehi şerefine kaldırıyorum. Yıktığım, zorbalıkla aldığım ve sonunda düşen şehirler senindir, bense artık yıldızları fethedeceğim ve Ophelia güzel çiçek, her fethim sen, menekşem yeşerecek."

Kayıp veliahta ait olan papirüs. Hanedanlığın kayıp tarihi piramidin 33 basamak altına saklanmıştı.

“İzinleri olmadan hiçbir bilgiye ulaşamazsınız Bay Christopher, bu lahiti görme yetkisi size verildi.”

“Ancak neden şu zamanda, niçin burada?”

“Çünkü Bay Christopher, defalarca kez farkına varamadığın ve tarihin hemen hemen her döngüsünde sana açıklanan bir bilgi oldu bu. Her seferinde bir önceki seni bulmak için buraya geldin. Kayıp veliahttın lahiti sana ait. Lahitin içindeki de bizzat kendinizsiniz. Elindeki papirüs sana ait. Senin yazdıkların.”

“Nasıl?”

“Bu soruyu kaç kere sordun Christopher, kaç farklı isimle? Her tarihte burayı aradın, burayı bulmaya çalıştın ve buldun. Her bulduğunda ayrı bir 33 kat inşa edildi piramidin altına. Saklı olanlar seni her seferinde gömdüler, ilk gün gömdükleri gibi.”

“Fakat!”

“Elinde tuttuğun şişeyi aç ve ilk kez yapıyor gibi başına dik!”

“Dört süvarim… Menekşe… Ophelia!” dedim.

“Sana değil bana bağlılık yemini etmişlerdi. Kardeşlerin, vezirlerini, sana bağlı olan herkesten ötede sana ihanet eden sevdiğin kadındı. Kardeşlerini, vezirlerini, generallerini caydıran çok sevdiğin menekşendi. Ülkeni bir kez; fakat canını defalarca kez bu uğurda feda ettin.”
Zamanın kumları yüzüme, kalbime saplanan hançerlerdi artık.
Ve ekledi:

“Seni zamanın hiçbir çağında sevmedim!”
                
                                                                                                        Yazar: Cüneyt Özkurt








                                                                                                                                

Öykü Seçkisi, Piramit Temalı Öyküler, Sayı:127



[1] European Association of Archaeologists) – Avrupa Arkeologlar Birliği



Hayaller Atölyesi

HAYALLER ATÖLYESİ                                                                                                                          K...