İçerideyim. Birkaç gün önce
almış olduğum kripto mesajda belirtilen yerdeyim. Çürümüş bedeni tam karşımda uzanmış ve korkuyorum.
Sıradan bir gündü. Yayınlanan
makalelere göz atmak için okulun bana geçici olarak tahsis ettiği odama
çekilmiştim. Her zamanki gibi postalar kapının altından içeriye itilmişti.
İleri gelen bazı araştırmacılar yayınımı tebrik etmişti, yeni unvanımı ve o
günden bir hafta önce almış olduğum uluslararası araştırma ödülünü kutlayan
birkaç zarfın haricinde EAA’dan
gelen kongre davetiyesine göz attım. Zarfları boy sırasına göre dizdim ve
çalışma masama oturdum. Zarflara tekrar göz attım. Dokuz adet zarfın altıncısı
Lübnan’dan geliyordu. Gönderen kişiyle ilgili her hangi bir bilgi zarfın
üstünde yer almıyordu. Zarfı açtım ve içindeki tozlu sayfaya göz gezdirdim.
“29. gündeyiz. 50’nin olduğu
diyarda… Dört süvari bir kadınla kaçtı, üçlemelerin ve birin yerinde, yüzleri
yirmiden eksik bir beş kadar. Üçü de orada… Medeniyetin yükseldiği Doğu’da”.
“Dört süvari mi?”
İlk önce öğrencilerin yaptığı
bir şaka olma ihtimalini düşündüm; ancak bu ihtimal aklımdan hızlıca silindi;
çünkü öğrencilerimle asla şakalaşacak kadar yakınlık kurmamıştım.
Masamdaki bej rengi yuvarlak
hatlı telefonumun numaralarını dairesel şekilde çevirdim ve Dr. Ashley’i
aradım. Departmanımız profesörlerinin Lübnan’da herhangi bir araştırmayı
sürdürüp sürdürmediğini sordum. Olumsuz yanıt aldım. Odamda dolanmaya başladım.
Raflarda klasörlenmiş gizlilik içeren kayıp tarihin deşifre edilmiş sayfalarına
göz attım. “Deşifre Edilen Belge 12: Ptolemaios - Kayıp Kral ya da Firavun”
Birden fazla Ptolemaios
olduğunu biliyorduk ancak XIII. Ptolemaios’tan sonra hanedanlığın kayıp veliahdına
yönelik şüphelerimiz bulunuyordu. Bununla ilgili Lübnan’da 45 gün kadar Beyrut
Amerikan Üniversitesi Arkeoloji Müzesi’nde çalışmalar yürüttük. Müze yönetimi
çalışmamızda yardımı çok büyüktü; ancak çalışmamıza yeteri kadar bütçe
ayrılmadığı için ve bölgede daha fazla kalmamızın maliyetinin yüksek olacağı
için geri dönmek zorunda kalmıştık. İsimsiz gelen mektubu kripto uzmanı
Profesör Nash’e götürdüğümde notun 29 derece 50 dakika 41 saniye kuzey ve 31
derece 15 dakika 03 saniye koordinatlarını içeren klasik bir kripto olduğunu
çözmesi 45 saniyesini aldı ve alaycı bir gülümsemeyle bu koordinatın Gize Piramitleri’ne
ait olduğunu söyledi. Utanarak kâğıdı geri aldım ve odama yöneldim.
Masama oturup zarfı diğer zarfların
arasına, boy sırasında olması gereken yere tekrar koydum. Tekrar telefonu aldım
ve havayolu şirketinin Mısır’a olan en yakın seferinin ne zaman olduğunu
öğrendim. Maalesef ertesi güne kadar bütün uçuşlar doluymuş. Bazı seferler
iptal edilmiş, bileti iptal edilen yolcuları mağdur etmemek için diğer havayolu
şirketinin boş koltuklarına yönlendirmişler. Okuldan bir haftalık izin işlemimi
halledip eve yol aldım. Ertesi sabah dokuzda uçağım Kahire’ye kalkıyordu.
Arabama atladım ve şehir
merkezinden ormanlık alana saptım. Göl kenarındaki yolu takip ettim ve kuzeye
doğru yöneldim. Böylece evin yolunu 25 dakika daha uzatmış oldum. Şehir
anıtının oradaki alışveriş merkezine gittim ve ertesi gün için yanıma almam
gereken ve günlük zaruri ihtiyaçlarımı karşılayacak malzemeleri alıp eve
gittim. Odama çıktım ve yatağıma uzandım. Ev, her zamanki gibi sessizdi.
Yaşadığım eve benden başkasının adım atmadığını fark ettim. Oldum olası hep
yalnızdım. Sessizdim, insanlarla iletişim problemim vardı. Gençlik dönemimde
yaşadığım sözlü tartışmalar sonucunda kalp ritmim hızlanıyordu, bir süre sonra
insanlarla tartışmayı bıraktım, ailem Washington’da yaşıyordu. Bense oldum
olası bu kenti sevmemiştim. Washington’dan pek de farkının olduğu
söyleyemeyeceğim California’ya geldim ve 17 senedir burada yaşadım.
Bazı geceler rüyalarım
bölünüyor. Kendimi bir çöl fırtınasında buluyorum. Bir kadın görüyorum ipek
giysilerinde, yüzündeki peçesinin ardından bana bakıyor nefretle. Benden
uzaklaşıyor. Elimi ona uzatıyorum. Arkasından koşmaya başlıyorum nefesim
kesilene kadar. Ona sesleniyorum, sesim çıkmıyor. Kum fırtınası şiddetleniyor.
Kadın ve dört atlı fırtınanın içinde kayboluyorlar. Kim bu kadın? Onu
tanımıyorum. 15 yaşımdan beri bu rüyayı görüyorum: Dört atlının alıp götürdüğü
bir kadın... Soyut resimler çizen bir ressama 5000 dolar verdim ve bu rüyayı
resmetti. Bana göre o kadar kötü bir resimdi ki 5 dolar bile etmezdi; tabloyu
okuldaki odama koydum, Dr. Ashley tabloya bakıp 4 farenin üzerinde bir
kertenkele gördüğünü söyledi. Öyle olmadığını söyledim; ancak benim resimden
anlamadığımı söyleyerek benimle alay etti ve odadan kahkahalar atarak çıktı.
Böylece rüyamı ressamdan başkası ve tablodaki konuyu -ki yanlış yorumlayan- Dr.
Ashley’den başkası bilmiyor.
Ertesi gün uçakla Kahire’ye
indim ve doğruca otele yerleştim. Küçük, havasız bir odaydı. İçeride sabit bir
yere hava üfleyen, pervaneleri tozlu, mavi bir fan vardı. Çalıştırıp karşısında
terimin kurumasını bekledim. Sırt çantamdan ajandamı ve ince klasörü çıkartıp
yatağın üzerine koydum. Saat öğleden sonra ikiydi. Odamdaki telefon çaldı. Bir
kadın sesiydi. Benimle buluşmak istediğini, yarım saat sonra otelin
karşısındaki restoranda olacağını söyledi. Başında beyaz bir şal olacaktı,
girişin sol tarafındaki köşede, iki kişilik masada oturacaktı. Gençlik
dönemimden kalan kalp çarpıntım tekrar başladı ve o anda bağırsaklarım bozuldu.
Tuvalete gittim ve içimi boşalttım. Sifonu çektim; fakat su boşalmadı. Musluğu
açtım ve incecik akan kahverengi suyu lavabonun altındaki kovaya doldurdum.
Temizlendim, suyu klozete döktüm ve odadan çıktım. Ancak tekrar bağırsaklarım
hareketlenmeye başladı ve koşarak tekrar tuvalete gittim. Böylece 20 dakikamı
tuvalette harcamış oldum.
Sonunda odadan çıktığımda
vücudumdaki tuz kaybından halsiz düşmüştüm. Karnımı tutarak otelin merdivenlerinden
indim. Bağırsaklarımın tekrar hareketleneceğini düşünüp heyecanlandım ve
gerçekten yine hareketlendi; bu sefer geri dönmeyeceğim ve unutmaya
çalışacağım, “Tamamen beynimle alakalı!” diyerek otelden çıkıp restorana
gittim. Kapıdan girdim ve heyecandan sağa yöneldim. O sırada sol tarafta
birisinin hareket ettiğini sezdim, kafamı sola çevirdiğimde beyaz şallı kadını
gördüm. Yüzünü şalıyla kapattı ve sağ eliyle masayı işaret etti. Kararsız
adımlarla masaya yöneldim. Karşısına oturdum.
“Merhaba!” demesi yetti
İngilizcesinin aksanlı olduğunu anlamam için. “Merhaba!” diyemedim. Sadece başımı hafifçe
eğdim ve onu selamladım. “Benden aldığınız bir not üzerine buraya geldin,” dedi
yavaş bir şekilde. Sağa ve sola bakındıktan sonra devam etti: “Korkuyorsun biliyorum;
ancak korkunun yersiz olmadığını söylemek istiyorum. Korkmakta yerden göğe
kadar haklısın.”
Artık bağırsaklarımı
düşünmüyordum; çünkü başka bir sorunum vardı: Kalbim. Kalp ritmim bozulmuştu ve
yavaş yavaş yanaklarımın ve gözlerimin kızardığını hissetmeye başlamıştı.
“Bay Christopher, üzerinde
çalıştığın projeyle ödüle layık oldun. Bugüne kadar açıklanmamış birçok tarihi
belgeyi açıkladın ve bir bu kadarı da klasöründe. Bunları kamuoyuna açıklayıp
açıklamamak konusunda tereddütlerin var. Ama yukarıdan aldığın emirler
doğrultusunda bunu yapabileceksin. Bunu ikimiz de biliyoruz.”
İkimiz de biliyorduk. Bugüne
seçilmişlerden onay almayan hiçbir çalışmam açıklanmamıştı. Kurul onayından
sonra bu belgeler açıklanabilirdi.
“Bir bağ kurdun. Bu bağ seni
buraya kadar getirdi,” yüzündeki peçeyi düzeltti. Aslında peçe olarak şalının
omuzlarından sarkan kısmını kullanmıştı. “Şimdi sana son bir adım imkânı
veriyoruz. Kayıp bir papirüsten söz ediyorum. Bunun için Keops’a gideceksin.
Keops’un arka kısmına, şehre sırtı dönük olan tarafına.”
“Ancak orada güvenlik
önlemi…” “Merak etme, seni almak üzere bir araç tam saat onda otelin önünde
olacak. Seni piramidin arka kısmına yönlendirecekler. Gece yarısı saat 12’de
dediğim yerde bekle, ben de orada olacağım.”
Dedi, masadan kalktı ve restoranın
dışına yöneldi. Sandalyesine uzun uzun baktım. Otele geri döndüm. Çantama
yatağın üzerine çıkardıklarımı geri koydum ve geceye kadar bekledim. Saat 10’u
gösterdiğinde otelin önüne beyaz bir Mercedes yanaştı. Otelin kapısından
çıktım, kapı içeriden açıldı ve araç yavaş bir şekilde yol aldı.
Platoya yaklaştığımızda araç
durdu ve karanlıkta atlıların olduğunu gördüm. Beni selamladılar, siyah bir ata
binip Keops’a doğru yol aldık.
Piramidin arkasına gittiğimde
beyaz şallı kadın oradaydı. Beni selamladı. Piramidin sol arka köşesine doğru
onu izlememi söyledi. Onu takip ettim. Ardından piramidin köşesinin olduğu
yerde, kumun üzerini eliyle eşeledi. Eşelediği yerde demir bir halka belirdi.
Demir bir halkayı tutup kendine doğru çekti. Ardından zeminden metal bir bölme
kumları havaya doğru sıçratarak açıldı, açılan yer piramidin altına doğru inen,
derinliği gözle kestirilemeyen yüksek basamaklardı. Merdivenlerin 5 basamak
altında, duvarın sağında yanan bir meşale vardı. Merdivenlerden 5 adım indi ve
yanan meşaleyi aldı. Yanan meşalenin tam karşısındaki duvarın solundaki meşaleyi
elindeki meşaleyle tutuşturdu ve o meşaleyi bana verdi.
İçeride beklenilenin aksine,
toz ve küften ziyade, menekşe kokusu hâkimdi. Merdivenlerden aşağıya doğru
indik. İndikçe koku şiddetlenmeye başladı. Merdivenlerden 33 basamak kadar
indik. Ancak indiğimiz yerden aşağıya bir o kadar daha iniyordu. İndiğimiz
yerde uzun, dar bir geçit vardı ve burada yürüdükçe menekşe kokusu daha da artıyordu.
Uzun koridorun sonunda beyaz şallı kadın durdu ve bana döndü. Meşalenin yaydığı
ışıklar siyah gözlerinin içinde birbirini tekrar etmeyen şekiller çiziyordu.
Peçesini indirdi. Yüzü oldukça tanıdıktı. Bir hatırası var gibiydi.
“Arkamda duran lahitin kapağını
arala!” dedi sert bir şekilde.
Tahminimce iki bin senelik
mermerden yapılmış Lahitin üzerindeki ağır taşı ittim. Meşaleyi içine tuttum.
Bir papirüs vardı içinde ve bir mumya, yanında kiremitten bir şişe.
“Papirüs, işte kayıp parça!
Profesör, okuyun lütfen!”
Mumyanın elindeki papirüsü
aldım, üzerindeki toza üfledim, sakinliğimi korumaya çalışıyordum. Okumaya
başladım:
"Ophelia, çok sevgili, güzel
çiçek. Bizim şu hazin öykümüz yazılırken sen ve ben yine bir arada değildik.
Kır çiçeklerinin içine uzanıp bulutların arasından gözümüze ışıldayan güneşi
elimizle örtmüyorduk. Saçlarını avuçlarımın arasına alıp onları koklamıyordum.
Gözlerinin içine bakıp zamanın durduğunu hissetmiyordum. Elini tutup kalbime
yaslamıyordum. Kalp atışlarım yavaş; ama güçlü bir şekilde ismini tekrar
etmiyordu. Güz gelip beni çağırdıklarında odama gidip yastığıma başımı yaslayıp
hıçkırıklara boğuldum. Bu Dünya için fazla gaddar olup bütün gücü elimde bir
oyuncağa çevirmek niyetinde değildim. Asıl olan gücün hâkimiyeti altında
kalabalık bir grubun ayaklarımın altında kalışına şahit oldum. Çocukların
çığlıkları gece odamın duvarlarında yankılanıyor. Bir celladın karanlık
maskesi, yüzünden düşüyor. Korkuyla duvara yaslanıyorum. Gözlerimi yumuyorum.
Kalbim yerinden sökülürcesine çarpıyor; hırsla sıktığım yumruğumu ısırıyorum,
canım acıyor.
Kim bilebilirdi, olayların
buraya varacağını. Kartaca’nın düşeceğini, Roma’nın hâkimiyetinin güçleneceğini
ve tüm imparatorluğun bildiğimiz tüm kara parçalarını teker teker ezip
geçeceğini. Savaş naraları atan güçlü komutanları bin kez yağmaladı ve bizi
barışa zorladı. Gücümüz yettiğince, kılıçlarımızı salladık şafak sökene kadar.
Sahte erdem peşindekiler, yüce konsüllerini dinlemeyen o aşağılık mahlûklar
siyasi kumpasları kuranların ta kendisi. Birer birer tarih yazıtlarına işleyecektir
bütün bu olanlar. O zaman çektiğim çilenin ve üzerime yüklenen kara lekenin
anlamını saptırıp beni duvarlara bir şeytan olarak kazıyacaklardır ya da bu celladın
kutsal bedenini bir lahite gizleyeceklerdir. Bu Dünya’nın sonunun bir şekilde
gelmesini diliyorum yine; çünkü seni ve beni ayıran zorbalığın ta kendisidir. Sen
de, ben de bütün bu katliamın parçasıyız.
Pek bir farkı yoktur, geçmiş
ve gelecek birdir. Savaş gemilerimiz bin kürekle manevralar yapabiliyor, bundan
bin sene sonra yüz kürekle yapabilecekler. Demiri erittik ve ışıldayan kılıçlar
imal ettik. Zırhlarımız ve kalkanlarımız güçlendi, ancak Galyalılar zorbalıklarından
ve yağmacı zihniyetlerinin esiri olduklarından kılıçları keskin değildi,
kalkanları küçük ve zayıf kaldı ve onlar da Roma’nın himayesindeler artık. Roma’nın
çarpık yerleşimleri, küçük haneleri yayıldı Dünya’ya ve maalesef artık tüm
yollar Roma’ya çıkıyor.
Erdem Dünya’ya hükmedecek
dediler, ancak hazzın hükmettiğine şahit oldum. İçlerindeki şiddeti ve öfkeyi
kendilerine yoldaş eylediler. Kent meydanlarında zevkle yoldaşlarımızın
boyunları vuruldu, cellatları ve onun savunucuları yanan cesetlerin etrafında
dans ettiler. Gece yarısı muhafızlarımızın bir kısmını daha canlı canlı ateşe
verdiler. Sesleri surların arkasından duyuluyor, askerlerimizin çığlıklarını
işittiğimde onlarla beraber kahkaha sesleri de yankılandı gökyüzüne yine.
İçimdeki sevgiyi yakıp kül eden benim ve sen. Başımı dik tuttum ve ağlamayı
bıraktım artık.
Kardeşlerim de ihanet etti,
vezirlerim satın alındı. Ordumun generallerinin bağlılık yeminleri sökülüp
atıldı. Geriye tüm yetkileri alınmış bir prens kaldı. Ophelia’yı deli gibi
seven. Onun arzusuyla yanıp tutuşan deli bir âşık.
Bir gece yarısı dilsiz
soytarımdan aldığım mektupta katledileceğin yazılıydı. Bir hizip almış yürümüş
ve senin cömert, sevgi dolu kalbin sökülecekmiş, ardından köpeklere
atılacakmış. Bütün uzuvlarını birer birer kesip yaban domuzlarına
yedireceklermiş. Beni kent meydanında çarmıha gerecekler, güzel başını karşımda
bir kazığa yerleştirecekler, üçüncü günün sonunda şölenle başınla oyunlar
oynayıp oyunun sonunda çektiğim acıyla çarmıhı ateşe vereceklermiş. İşte
aşkımın bedeli budur!
Halen sadakati süren dört
süvarime atları hazırlattım, geçitten doğruca kentin dışına çıkarılman üzerine
emir verdim. Korktuğunu biliyorum, beni son kez görmek istemeyeceğini de
biliyorum sevgili Opheliam. Bana kızgın olduğunu da biliyorum. Aşkımın
karşılıksız olduğunu biliyorum. Gücümün kalbine bir kere bile ulaşmadığını
biliyorum. Ülkeler yönettim, orduları savaşa yolladım. Kalemiz fethedilene kadar
bütün savaşları kazandık; ancak savaşmaktan yoruldum. Kalbimle… Kalbini
kazanabilmek için bir şölene dönüştü Dünya. Romalıların katlettikleri erdemi
ben de katledip önüne cesetler sundum. Yağmaladığımız ülkelerin hazinelerini
önüne serdim. Gözün görmedi. Âşıktın sen de… Benim gibi bir âşık… Ancak
kafesteki bir kuştun sen, benim kafesimde. Kapıyı araladım gitmen için. Özgür
olman için. Mutlu olman için. Seni mahvettim, tüm gençliğini acılar içinde
geçirmene neden oldum. Sevdiğin adamı gözlerinin önünde öldürdüm, fakat Ophelia
sen başkasını sevemezdin. Benim sevgim varken bir başkasını nasıl severdin
söylesene. Buna kalbim nasıl dayanabilirdi? Tüm bu fetihler, bu cinayetler
niçin işlendi? Bir kez olsun yüce sevgine ulaşmak için, bir kez olsun kalbinin
benim için çarptığını hissetmek için. Elimdeki kör hançeri o köle parçasına
defalarca kere sapladım ve gözyaşların onun yere saçılan koyu kırmızı kanının
içine karıştı. Ardından benim gözyaşlarım da…
Artık ne bu şehrin, ne bu
ülkenin bir önemi kalmadı benim için. Altınlar, zümrütler paha biçilmez
mücevherler sadece birer taş parçasından ibarettir artık. Kendimi odama
kapattım. Hiçbir devlet meselesini duymak istemedim. Söylentiler aldı yürüdü.
İlk önce artan vergilerden ve pahalılıktan küçük isyanlar başladı, ardından bu
isyanları kışkırtan muhaliflerimiz olayları büyüttü ve karmaşa daha da büyüdü.
Yağmalamalar başladı, ardından kentte yangın yükseldi. Büyük piramidin orada
bir grup isyankârın sarayı basacağı, seni ve beni katledeceklerine dair yemin
ettiklerini duysam da aldırış etmedim. Ailemin asil kanını dökmek istemeleri bir
takım inançsızların işidir. Tanrıların kutsadığı kanımın toprağa düşmesi demek
tüm ülkenin kana boğulması demektir. Nil, taşıp üzerlerini kara gölge gibi
örtecektir. Bunlar da saçmalık. Nil, taşmaz artık. Taşarsa sonumun sevincinden
olacak. Tanrılarsa kanımı kutsamadı. Dedelerim de sıradan birer insandı.
İnsanlar, kutsallık atfedecek bir şey buluyor önünde sonunda. Tarlada yetişen
herhangi bir sebzeyi bile tanrı sanabilir onlar. Biz bunu erken fark
edenlerdendik ve tüm yönetim yetkisini elimize aldık. Retorik ustalarıydık ve
nesiller boyunca insanların zaaflarını kaydettik ve piramitlerin içindeki gizli
odalarda bu bilgileri muhafaza ettik. Onların inancını yönlendirdik ve bu
şekilde onları yönetebildik. Güç, sıradan olan bizlerin elindeydi. Kan dökmek her
zaman bizi hâkim kılacaktı ve öyle de oldu. Dökülen her damla kanla bize olan
bağlılık daha da arttı ve bu şekilde iktidarımızı kuvvetli tutabildik. Roma
güçlenene kadar himaye bizim elimizdeydi; ancak bu inanılmaz gücü onlara
devrettik ve artık son bizim için karşımızda, kalemizin duvarlarının dibinde.
Sevgili Opheliam… Gidiyorsun.
Sana veda ediyorum. Son kez gelip ayaklarına sarıldım. Yüzünü benden yana
çevirmedin. Avuçlarını yüzüme tutup gözyaşlarımı akıttım son damlasına kadar.
Gözlerim kanayıncaya kadar ağladım.
Hayatını bundan sonra mutlu
şekilde yaşamak için çöller diyarını aşıyorsun artık. Seni görüp, âşık olduğum
yere, ana vatanına, bozkırlarına gidiyorsun sadık dört süvarimle beraber.
Senin için döktüğüm kanlar
için pişmanım; ancak bilmelisin ki yine olsa yine bunu yaparım. Aşkın, tutkunun
önünde kaleler durmuyor, binlerce insanın hayatı zerre kadar umurunda olmuyor.
Hepsi bir şekilde feda ediliyor. Binlerce senedir süren hükümranlığın sonunu
getirmiş oluyorum. Kapımın ardında on muhafızın son nefes çığlığını duyuyorum,
bu papirüs sana ulaşır mı bilmiyorum ve elimdeki zehir dolu kadehi şerefine
kaldırıyorum. Yıktığım, zorbalıkla aldığım ve sonunda düşen şehirler senindir,
bense artık yıldızları fethedeceğim ve Ophelia güzel çiçek, her fethim sen, menekşem
yeşerecek."
Kayıp veliahta ait olan
papirüs. Hanedanlığın kayıp tarihi piramidin 33 basamak altına saklanmıştı.
“İzinleri olmadan hiçbir
bilgiye ulaşamazsınız Bay Christopher, bu lahiti görme yetkisi size verildi.”
“Ancak neden şu zamanda,
niçin burada?”
“Çünkü Bay Christopher, defalarca
kez farkına varamadığın ve tarihin hemen hemen her döngüsünde sana açıklanan
bir bilgi oldu bu. Her seferinde bir önceki seni bulmak için buraya geldin. Kayıp
veliahttın lahiti sana ait. Lahitin içindeki de bizzat kendinizsiniz. Elindeki
papirüs sana ait. Senin yazdıkların.”
“Nasıl?”
“Bu soruyu kaç kere sordun
Christopher, kaç farklı isimle? Her tarihte burayı aradın, burayı bulmaya
çalıştın ve buldun. Her bulduğunda ayrı bir 33 kat inşa edildi piramidin
altına. Saklı olanlar seni her seferinde gömdüler, ilk gün gömdükleri gibi.”
“Fakat!”
“Elinde tuttuğun şişeyi aç ve
ilk kez yapıyor gibi başına dik!”
“Dört süvarim…
Menekşe… Ophelia!” dedim.
“Sana değil bana bağlılık
yemini etmişlerdi. Kardeşlerin, vezirlerini, sana bağlı olan herkesten ötede
sana ihanet eden sevdiğin kadındı. Kardeşlerini, vezirlerini, generallerini
caydıran çok sevdiğin menekşendi. Ülkeni bir kez; fakat canını defalarca kez bu
uğurda feda ettin.”
Zamanın kumları yüzüme,
kalbime saplanan hançerlerdi artık.
Ve ekledi:
“Seni zamanın hiçbir çağında sevmedim!”
Yazar: Cüneyt Özkurt
Öykü Seçkisi, Piramit Temalı Öyküler, Sayı:127
European Association of Archaeologists) –
Avrupa Arkeologlar Birliği