Köhne
apartmanın sarmal merdivenlerini koşarak çıkmaya başladı Pete Franklin. İkinci
kata vardığında başı döndü ve sağ elini duvara yasladı, hafifçe öne doğru
eğildi. Gözlükleri vücudunun ısısıyla buğulandı. Üç ya da dört kere derin nefes
aldıktan sonra başını tekrar kaldırdı ve adımını merdivene attığı sırada basamağa takıldı, sol eliyle merdivene tutunmadan önce dizini basamağın sivri köşesine çaptı. O anda beyninde adeta bir yıldırım çaktı ve
apartmanın içinde ince bir çığlık inledi. Yerinden doğruldu ve dairesine doğru
koşar adım tırmanmaya devam etti. Üçüncü kata vardığında bir üç kat çıkacak takati
kalmamıştı. Basamağa oturdu. Dizlerine kapandı ve ağlamaya başladı.
***
1977
senesinin Haziran ayının 13. günü, öğle vakti saat 2’de, henüz daha 6
yaşındayken kumdan kaleler yapıyordu Peniscola’da Pete Franklin. Meşhur
Peniscola Kalesi’nin taklidi kumdan yeni bir Peniscola Kalesi ve çevresine altı
tane daha ufak kale inşa etmişti büyümeye heves etmiş küçücük elleriyle. Bu
kadar uğraştan sonra belki de kaleler ve etrafında surlarla çevrelediği bu
ülkeye layık adil kral Pete Franklin olmalıydı. Aklından böyle şeyler geçiyordu
tam olarak. Karanlıklar Ülkesi’nin şeytanlarından vatanını koruyacak güçlü
surlar hayal etmişti. Düşmanlara gerekli zamanlarda karşı koyacak büyük kuleler
ve halkının bu olası savaş zamanlarında aç kalmaması için tahıllarını
saklayabilecekleri geniş ambarlar da olmalıydı.
Ustalıkla
düzeltiyordu kumdan kalesinin duvarlarını plastik küreğiyle, duvara iyi bir kıvam
verebilmesi için ince kumu deniz suyuyla hafifçe ıslatıyordu. Güneş, gökyüzünde
tüm ihtişamıyla ışıldıyorken kalenin ıslak duvarları birkaç dakika içerisinde
kuruyordu. Esen meltemle birlikte kalenin incelen yerlerinden kum taneleri
birer ikişer havalanıyordu. Bu küçük duvar ustası, bozulan yerleri büyük bir
sabırla düzeltiyor ve şemsiyenin altında uyuklayan eski bir denizci olan babası
Andre’yi gözünün ucuyla yokluyordu bir yandan.
Büyük
yolcu gemilerinde ikinci kaptanlıktan emekli, Fransız asıllı ve eski bir deniz
subayıydı babası. Deniz seyahatlerinden birinde bu güzel sahil kasabasına yakın
demirlemişler ve kayıkla sahile vardıkları anda Peniscola’ya hayran kalıp
ömrünün geri kalanını burada geçirmek istediğini aklına koymuştu. Seneler sonra
kollarını iki göğsünde kavuşturmuş kendisiyle adaş olan Andre Gide’nin “Ayrı
Yol” adlı kitabına sarılmış halde uyukluyordu bir zamanlar kayıkla vardıkları
bu sahilde.
İki
sene önce sahile çok yakın iki katlı bir hanede yaşıyorlardı. Pete’yle mayıs
sonlarında her gün sahile gelip güneş batana kadar vakit geçirirlerdi.
Andre, Pete’ye sevdiği kitapları okur, Pete babasının okuduğu kitapları hayal edip
bulduğu bir dal parçasıyla kılıç kuşanıp rüzgârla savaşırdı.
“İşte!
Seni öldürdüm zalim kral! Artık bize zarar veremeyeceksin! Yaşasın asil kral!
Yaşasın Pete Franklin! Sen adaletli kralımız, yüce kralımız sayesinde vatanımız
kurtuldu, yehuuuu!” diye haykırdıktan sonra kendi etrafında dönmeye başlar ve gerisin geriye kendini kumlara bırakırdı ve kıkır
kıkır gülerdi. Aynı oyunu, farklı senaryolarla; ama aynı son ile sonlandırırdı
her seferinde. Andre, onu kumdan kaldırıp sağ omzuna aldığı gibi denize koşarken:
“Gel bakalım küçük kral! Şimdi kaçamayacaksın denizin soğuk sularından!”
dediğinde Pete bir yandan güler bir yandan çığlık atardı. Baba oğul denizin
içinde hoplar zıplardı neşeyle. Denizden çıkıp kurulanır bahçesinde menekşeler
olan, açık deniz mavisi panjurları olan evlerine dönerlerdi.
O
gün de diğer günler gibiydi. Meltem, denizde küçük dalgacıklar oluşturuyordu.
Kıyıya ince dalgalar vuruyor ve ufak anaforlar
kıyıdan bir buçuk metre ötede birer ikişer küçük daireler çiziyordu. İleride
beyaz bir sandalda bir aile gözüküyordu. Pete de tam o istikamete bakıyordu:
Küçük bir kız çocuğunun annesinin boynuna sarıldığını fark etti. Kıyıdan
yaklaşık elli metre ötede olan yelkenliden küçük kızın gülücükleri
işitilebiliyordu. Annesi, kızının saçlarını ve yüzünü okşuyordu. Bu üç kişilik
ailenin genç babası ise sandalın sağ tarafına oturmuş ayakları denizde,
elindeki misinasını bir aşağıya bir yukarıya çekiştirerek oltasının ucunda
balık olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Pete, onları seyretmek için birkaç
adım suda ilerledi. Su, ayak bileklerinde kıvrımlar oluşturuyordu, küçük bir deniz
kabuklusu sol ayağının üzerinde gezinmeye başlayınca kıkırdamaya başladı. Bu
şakacı deniz canlısının küçük bir balık olduğunu zannetmişti. Suya eğildiğinde
bu canlının beyaz, minik bir istiridye olduğunu anladı. Elini suya daldırdı ve
onu sudan çıkardı. Avucunun içine koyup onu hayranlıkla seyretti kısa bir süre
kadar. “Benimle arkadaş olur musun küçük istiridye?” dedi ince sesiyle. Sonra
uzaktaki sandala tekrar baktı hüzünlenerek. Kızını okşayan anneye özlem ve
yaşlı gözlerle baktı.
***
O
günlerde alışveriş merkezi yönetimi bir ay kadar kendisiyle çalışmak
istediklerini söylediğinde rahat bir nefes aldı. Bu, kostümü taşımaktan
kurtulmak ve bir aylık ücretini garantilemek demekti. Bu haberi kendisine
söylediklerinde kendi kendine gülmeye başlayınca şirket yöneticileri de
istemsizce gülmeye, o kahkaha attıkça onlar da kahkaha atmaya başladı. Pete,
onların yanından ayrıldıktan sonra sevinçle sağ ayağının üzerinde zıplayarak
dans etti. Açıkçası bu berbat bir danstı. Bu esnada hala kostümün içindeydi,
onu gören yabancılar ise şaşkın ve ürkek gözlerle kendisini süzüyorlardı. Bu
durumu fark ettiğinde kendini bir nebze toparladı, çenesini gururla hafifçe
yukarı kaldırdı ve tavşan başlığını kulaklarından tutup büyük ayaklarıyla
binanın köşesini döndü ve orada avazı çıktığı kadar gülmeye devam etti.
Eylül
ayının 10. günüydü, kostümün içinde terliyordu. Bir yandan burnu kaşınıyor,
diğer yandan alnından akan ter gözünün içine ilişiyordu. Dört buçuk saattir
alışveriş merkezinin önünde dikiliyordu. Sepetinde yaklaşık dört yüz adet karışık
şekilde bulunan elmalı, çilekli ve vişneli şekerleri dört ve yedi yaşlar
arasındaki çocuklara, ailelerine selam vermek suretiyle, dağıtması gerekiyordu;
ancak öyle bir gündeydi ki elindeki şekerlerin yarısından fazlası hala
tükenmemişti. Önceki gün, ondan önceki ve ondan önceki günler de bu gibi şeyler
dağıtmıştı. Şehrin farklı köşelerine kostümünü taşımak zor bir hadiseydi, bazen
kostümü taşımaktansa, ve eğer hava soğuksa, kostümü giyerek işe gidiyordu.
Bundan şimdilik kurtulmuş olduğu için Tanrı’ya şükretti. Hele otobüs durağında
beklerken ki o hali! Durakta bekleyen kocaman bir tavşan… İnsanların bakışları
bazen sempatikçe, bazen korkulu olabiliyordu. Bir maskot, yüzündeki sabit
ifadeden olsa gerek, ve bir de kostümün içindeki
kişinin meçhul olması nedeniyle insanlarda bir tür korku yaratıyor, bunu
anlayabiliyordu. Bu yüzden bazen başlığını çıkarıyor, taşıması zor geldiği
zamanlarda ise bu duruma aldırış etmeyip tekrar başlığı başına geçiriyordu.
Sabah
10’da başlayan işi gece saat 10’a kadar sürüyordu. Eğer elindeki şekerlemeleri
yeterince çocuğa dağıtabilirse ve bu çocuklar gülümserse, tabii aileleri de
onları gülerken görürse Pete’nin sepetine bahşiş bırakabilirlerdi. Ailelerin
mutlu olduğunu gören işletme yönetimi ise Pete’ye belki de daha uzun süre iş
fırsatı verebilirdi. Hatta onun azimli çalışmasına hayran kalıp daha gerçek bir
işte çalışması için ön ayak olabilirlerdi. Pete, saatlerce dahi olsa bu berbat
kostümün içinde vakit geçirmeyi ve neşe saçmayı kendisine görev bilmişti. Bir
süre boyunca bu rutini takip etmesi gerekiyordu şimdilik.
Birkaç
aydır kirasını ödeyememişti. Giriş katta yaşayan ev sahibine görünmeden
geceleri eve giriyor ve tek odalı hanesinde ışığı açmaksızın birkaç saat oturuyordu.
Yatağına uzanıp tavana astığı fosforlu yıldızlara baktığında gün boyunca hiç
ışık almadıkları için pırıldamıyordu yıldızları. Sıkılınca yatağından doğrulup
şehre bakardı bazı zamanlar. Bitişik apartmanlar arasından ileriye bakınca bir
açıklık gözüyordu. Bu görünen en uzak nokta şehrin en işlek yeriydi. O uzaklığa
baktıkça kendi uzaklığının içinde kayboluyordu sanki. Gündüz yirmi dakikada bir
banliyö evinin otuz metre ötesinden geçiyordu. İşsiz kaldığı günlerde ahşap
masasında oturup defterine notlar alıyordu. Belki de uzun senelerden beri
vazgeçmediği tek alışkanlığı da buydu. Eskiye dair okuduğu her on beş sayfada
bir trenin geçtiğini duyuyordu. Bu esnada masası sallanıyor. Dolap kapakları
kapalıysa açılıyor, açıksa kapanıyordu.
Eline
defterini aldı. Pencerenin kenarına gitti. Perdeyi açtı. Evinin köşesindeki
sokak lambasının incecik ışığı odanın içine süzüldü. Sayfaları araladı:
“17
Eylül 1988
Okulun bahçesindeyim. Çevrede insanlar birbirlerine ne kadar da yakın gözüküyor. Şu ilerideki sarışın delikanlı kumral kızın yanına yanaşıyor. Ancak bu kız o çocuğa yüz vermez!
Okulun bahçesindeyim. Çevrede insanlar birbirlerine ne kadar da yakın gözüküyor. Şu ilerideki sarışın delikanlı kumral kızın yanına yanaşıyor. Ancak bu kız o çocuğa yüz vermez!
22
Eylül 1988
Okuldan başka gidecek yerde bulunmadığım için hep aynı yerden yazıyorum. Belki ileride yazacağım defterlerde gördüğüm yeni şehirleri yazarım. Neyse, Okulun müzik sınıfının penceresinin önünden bahçeyi seyrediyorum. Geçen günkü sarışın çocukla kumral kız el ele bir köşede oynaşıyorlar.
Okuldan başka gidecek yerde bulunmadığım için hep aynı yerden yazıyorum. Belki ileride yazacağım defterlerde gördüğüm yeni şehirleri yazarım. Neyse, Okulun müzik sınıfının penceresinin önünden bahçeyi seyrediyorum. Geçen günkü sarışın çocukla kumral kız el ele bir köşede oynaşıyorlar.
02
Şubat 1988
Belki
bu tutsaklık halinden kurtulup belki bir gün gerçekten özgür olabilirim. Bunun
için de bedel ödemem gerekiyor değil mi? Kim bilir ne kadar ödeyeceğim?”
Pek
de uzak geçmişte olmayan bu yazdıklarını okuduktan sonra 24 Nisan tarihinde yazdıklarını
okuyunca canı oldukça sıkıldı. Kendi halini bir an düşünüp irkildi. İçini korku
ve öfke kapladı. Pencereden dışarıyı izledi ümitsizlikle. Yorgunluğunu düşünmek
istemedi. Başını cama yasladı, gözlerini kapattı. I Get Along Without You Very Well[1]’i
mırıldanmaya başladı. Sözlerinin bir kısmını unutunca şarkıyı söylemekten
vazgeçti. Başka bir defter alıp sayfalarını karıştırmaya başladı:
“01
Ocak 1990
Yeni
senenin yeni defteri… Hızla değişen hisler ve bir adet vücut... Gözlerimin
bozulduğunu anladığımda buna üzüldüm, kaygı duydum. Bundan sonra bir gözlükle
yaşayacak olmamı kabul etmem demek; bir gün şu gür olan saçlarım döküldüğünde
artık saçlarımın olmamasını kabul etmek gibi bir his olmalı. Ancak hayat böyle
şeyleri düşünmek için gereken lüksü bize veriyorsa eğer.
03
Ocak 1990
Yeni
bir iş buldum. Artık tarihi şehir tiyatrosunun kadrolu olmayan temizlikçisiyim.
Çok mutluyum! Bu, elime biraz da olsa para geçmesi demek…
07
Ocak 1990
Yeni
işime oldukça alıştım. Binanın üç katının temizlik işlerini üstlendim. Üst
katta kafeteryanın ve tuvaletlerin sürekli temizlenmesi gerekiyor. Bu
fazlasıyla yorucu… Bu alanlar dışında şimdilik temizliğinin sürekli olması
gereken yerler yok gibi. Kafenin sakin geçtiği saatlerde bolca zamanım olacağa
benziyor.
20
Mart 1990
Tiyatro
salonunda biraz kestirdim. Perde arkasında kendime göre bir yer buldum. Burada
günün birkaç saatini uyuyarak geçiriyorum. Salon, eski bir salon olduğu için
burayı ne kadar temizlersem temizleyeyim farklı gözükmeyecek. Zaten içerisi de
oldukça loş. Salonda oyun olmadığı günlerde provalar oluyor. Bazen dekor
kuruyorum. Oyunları prova esnasında görme imkânım oluyor. Oyunun sahnelendiği
günlerde de kıyıdan köşeden bir yerden izleme imkânı buluyorum. Oyuncular,
oyunu her oynadıklarında başka bir oyun oynuyorlar sanki. Bu acemilik midir;
yoksa bu işin doğasında mı vardır kestiremiyorum. Bana kalırsa bu işten pek
anlamıyorlar da ondan böyle oluyormuş gibi geliyor.
Bu
oyun oldukça sıkıcı, trajik, karanlık, ağır bir dram hatta. Ancak yine benim
anlamadığım üzere oyun esnasında bu oyunun metninde bolca şakaların yer alması.
Oyuncular, oyun bittiğinde izleyiciyi güldüremedikleri için kaygılanıyor. Onları
dinlerken beni bir gülme tutuyor açıkçası. Sırf bu yüzden birkaç kere bir kadın
oyuncu tarafından azar işittim. Neyin bu kadar komik olduğunu sorduğunda utana
sıkıla cevap vermek zorunda kaldım. Bu oyunun ağır dram olduğunu; yaptığınız
ucuz şakalara gülmelerini beklemenin aptallık olduğunu söylemesem de ağzımda
bir şeyler geveledim. Onlar da gevelediğim bu sözlerin cahil bir temizlikçiye
ait olduğunu düşünerek beni alaya alıp bana güldüler. Onlar gülerken başımı öne
eğdim ve onların bu küstahlıklarına suskun kaldım. İki erkek oyuncu benim
taklidimi yaptı: birisi başımdaki kasketi kafamdan alıp başına geçirdi, eline
bir süpürge aldı ve söylediğim sözleri ağzını yamulta yamulta tekrarladı. Ancak
ben onun kadar şapşal gözükmediğimi düşünüyorum. İyi oyunculuk sanırım böyle
bir şey olmalı(!) Bu genç oyuncuların oldukça dramatik olan bu halimi anlayamamaları
bana şunu düşündürüyor: hayatın dram kesitlerinden oluşan bir oyundan ibaret
olduğunu düşünememeleri neticesinde her sahneledikleri oyuna garip şakalar ekleyerek
berbat performans sergiliyorlar. Bu şekilde bu sanat insanlarının okudukları
eserlerden pek bir şey anladıklarını da düşünmüyordum açıkçası. Yani durum eşit,
ben ne kadar berbat isem onlar da o kadar berbat. Gerçekte olan bu denklik
hoşuma gitse de hayatın görüntüden ve kendini kandırmacadan ibaret olduğunu
bildiğimden bu benim için pek bir şey değiştirmeyecek.
Onlar
benim halimi sahnelerken ve diğerleri benim bu acınası halime gülerken perdenin
yanında, köşede gülen o harika yüze o anda âşık oldum. Daha önce niçin fark
etmedim? Birkaç gündür sahnenin tozunu almıyordum, o gün niyetlenip oyuncular
gelmeden önce işe girişmiştim. O ve iki oyuncu arkadaşı salona erken geldiler. Ben elimde paspasla salonu temizlerken oturduğu
yerden kalkması için kendisini birkaç kere rahatsız etmiştim; hâlbuki o ana
kadar bir kez bile dikkatimi çekmemişti. Adı Mel’di... Yani aslında adı tam
olarak Mel değildi; ama ben ona Mel diyordum. Belki bir başkası da ona bu
şekilde sesleniyordur, bilemiyorum. Benim onun ismini tekrar edişim hep kendi
kendime olmuştu. Doğruyu söylemek gerekirse kendisine hiç seslenmedim.
Mel,
bazen salonun girişindeki piyanoda vakit geçiriyor. Elleri çoğunlukla aksasa
bile daha önce aşina olduğum notalara ince parmakları dokunuyor. Piyanonun
akordu bozuk; fakat o çalıyorken adeta teller kendiliğinden geriliyor ve sesler
bir düzene giriyor. Çoğunlukla salonun diğer köşesinden onu seyrediyor ve çaldığı
eseri sessizce ve huzurla dinliyorum. Hayatımdaki en büyük eğlencem onun piyanoya
ilişmesi ve kendi oyununu sahnelemesi. Ancak oyunculuğu mu; yoksa müzisyenliği
mi diye sorsanız çokça çaba sarf ettiği oyunculuğunu seçmezdim. Mel’i piyanosuna
dokunurken hayal ediyorum. Geceleri yatağıma uzanıp gözlerimi yumup ve
kulaklarımı iki elimle kapatıp onun çaldığı her notayı içimde hapsediyorum. Tekrar
ve tekrar dinliyorum şarkısını. Piyanonun tuşları parmaklarım, parmakları
parmaklarıma dokunuyor her şarkıda.
Bu
ıssız odaya ilk geldiğim günün ertesi gününde alıştığım yalnızlığım bir tür
eğlenceye dönüşmüştü. Lise yıllarımda kimseyle konuşmadığım gibi derslerin her
birinden itinayla kaldım. İtinayla kaldım; çünkü sırf benim geçmem için özel
olarak hazırlanmış basit sınavlarda dahi konuyla ilgili hiçbir şey bilmiyordum.
Bilmek istemiyordum, bilinmek de! Sonuç olarak okulun en başarısız öğrencisi
olarak bir şekilde mezun edildim. Bu süre zarfında bazen öğretmenler için geri
zekâlının tekiydim. Bir geri zekâlı olduğum için zeki öğrenciler arasında da
yerim olamazdı herhalde. Havalı olmadığım için havalı erkeklerin ya da şu çok
hoş olan kızların da yanında bulunmam saçmaydı. Mankafalı ve havalı olmayan
birisi için okul gerçekten dört harften oluşan anlamsız bir kelime oluyor. O
zamanlar -ve bu zamanlar da dâhil olmak üzere- bir andaval olarak kanaat
ettiğim yegâne şey: okulun hiç kimsenin hiçbir şey öğrenemeyeceği, belli bir
yaş grubunun tutsak edildiği, yaşam enerjilerinin ve senelerinin heba edildiği
kuytu bir köşe olduğu. Bazı okulların isimleri ise çok havalı… Genellikle
varlıklı ailelerin çocukları bu okullarda eğitim görüyor. Hâlbuki iyi eğitim varlıklı
ailelerin, çocuklarından bir süre kadar kurtulmak için kendilerince ürettikleri
bahaneden başka bir şey değil. Eminim ki en kötü okul ve en iyi okul arasında
öğretilenlerin işe yaramaz saçmalıklar sıralamasında birbirinden hiçbir farkı yok. Sadece iyi bir okuldan kasıt birbirlerine caka
satmak isteyen insanların uzlaştıkları berbat bir anlaşma herhalde.
15
Haziran 1990
Sezon
sonuna geldik. Oyunlar eylül sonuna kadar sahnelenmeyecek. Ancak salonun bazen
de olsa temizlenmesi gerekiyor. Eskisi kadar işim olmadığı için maaşım yarı
yarıya düştü. Bu artık para biriktiremeyeceğim anlamına geliyor. Hâlbuki birkaç
sene daha burada çalışsam yeni bir şehir görebilmek için imkânım olurdu. Bütün
kazancımı yeni taşındığım tren istasyonuna yakın, çatı katı, berbat daireme
vermem gerekiyor. Bir de ek iş bulmalıyım. Belki bir yerde garsonluk
yapabilirim. Ancak kötü bir hafızam olduğu için siparişleri nereye götüreceğimi
karıştırabilirim. Bundan çok korkuyorum işte, bir yarım akıllının yapacağı
işler arasında olmasa gerek bu iş.
Mel…
Kim bilir ne zaman göreceğim seni? Aylarca seni izledim. Sen sahnede senaryo
gereği sevdiğinden yediğin dayaktan perişan bir haldeyken, içinde kaybolduğum
kahverengi gözlerinden akan sahte gözyaşlarıyla kendini sahnenin bir kenarına
attığında gözlerimden yaşlar aktı. Seninkiler sahteydi, benimkilerse gerçek… Seni
gördüğüm ilk günden arkadaşlarına veda ettiğin son güne kadar hayallerimdeydin.
Küçük bir yerdi elbette bulunduğumuz köşe. Karanlık bir sokakta, bir aralık,
kuytu köşe; aynı bu gezegen gibi, bizim gibi. Bu kuytu köşede pırıldayan
yıldızımdın. Heyhat, sana veda bile edemedim.
Mel,
sevgilim. Defalarca seni ölürken gördüm tek bir kurşunla. Son repliğini
tekrarlarken seninle birlikte döküldü sözcükler her bir esle beraber. Bazen bir
trakta tekrarlıyordum repliğini, o esnada karanlıktan gelen bu sesi duyup
ustaca metnin devamını getiriyordun.
Belki
seni sahnede bir daha göremeyeceğim, belki de hiçbir zaman göremeyeceğim. Belki
bu şehirden gideceksin. Birkaç sene sonra hukuk fakültesini bitireceksin ve
artık senin sahnen mahkeme salonları olacak.
Bütün
geçen bu aylar boyunca seninle konuşmadık. Konuşacak, anlatacak bir şeyim
olsaydı belki de cesaret edebilirdim; lakin bir köşede beklemem gerek ne
olacağını bilmeden.
Seni
unutmamak için elimden geleni yapacağım; en azından defterlerimi saklayacağım.”
Sayfaları
kapattı Pete Franklin. Gözlerine dolan yaşları sildi. Defteri öptü, defteri
kokladı. Deftere sarılıp uykuya daldı. Düşlerine uzandı yolu:
Güneş,
gökyüzünde o günkü kadar güzel ışıldamamıştı belki de hiçbir zaman. Dupduru bir
gündü. Öyle taze bir hava vardı ki içine çektiğinde içi serinliyordu adeta.
Denizden gelen yosun kokusunun samimiyetiyle birleşince küçük dalgaların
sesleri, huzurun çıkmaz sokağındaydınız adeta.
Pete,
kalenin üzerinde selamlıyordu halkını sevinçle. Özgür Ruhlar Ülkesi’ydi
ülkesinin adı da. Halkı dans ediyor ve şarkı söylüyordu hep birlikte. Güneş,
başka ülkelerin üzerine bu şekilde yükselmiyordu, emindi. Şiddet nedir bilmez
bir ülkeydi burası. Barış ve kardeşlikten öte bir his yoktu. Aşk ve sanattan
başka hiçbir şey yoktu. Annelerine sarılan çocuklar vardı. Babalarından ayrı
kalmamış çocuklar… Annesiyle beraberdi, sarılmıştı küçük oğluna. Hiç tanımadığı
annesinin kokusunu içine çekti derin derin, ilk kez rüyasında görüyordu şimdi
onu, rüya olduğunu anlayınca ağlamaya başladı. Sarıldığı annesi git gide solup
gitti kollarının arasında.
Altı
yaşındayken, sahildeyken bir sandalda annesine sarılan kızı hatırladı, gözünden
dökülen tek damla yaşı hatırladı ansızın. Annesiz büyümüş bir çocuğun annesine
sarılan bir çocuğa bakan gözlerini hatırladı.
***
Mel…
Sevdiği kadın alışveriş merkezinin önünde durdu, aracından indi. Cübbesi esen
rüzgarla ayaklarına dolandı, saçları rüzgarla salındı. Pete, kostümünün
içindeydi, onu gördü. Mel, yürüyordu öylece ondan öteye. Pete elini ona uzattı
ve bir adım attı. Bir çocuğa çarptı ayağı ve çocuk ağlamaya başladı. Pete yere
düştü, çocuğun üzerine.
***
Sahilde
uyukluyordu Andre, kitabına sarılmıştı. Pete, babasına seslendi. Babası onu
duymadı. Bir rüzgâr esti ansızın. Kumdan kalelerin duvarları birer birer
döküldü.
Öykü Seçkisi Sayı:130, Masal Temalı Öyküler Yazar: Cüneyt Özkurt
Öykü Seçkisi Sayı:130, Masal Temalı Öyküler Yazar: Cüneyt Özkurt
[1] Chet Baker - I Get Along
Without You Very Well
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder