“Uyan! Hey! Hadi
uyansana!” diyen bir kadın vardı başucumda. Ağzımın yarısı toprakla dolmuştu.
Kupkuru bir tat ağzımda ve bazı kum taneleri boğazıma dizilmişti.
Ağzım açık olmasına rağmen nefes alamıyordum. Burnumun sağ
tarafının yarısına kadar da girmişti kum taneleri. Nefes almak, hiçbir eylemi
olmayan bedenimin en zor uğraşına dönüşmüştü adeta. Kalp atışlarım önce
hızlanmış, ardından yavaşlamıştı. Yarı baygın halde olsam da içimde büyüyen heyecanı anımsıyorum, “Evet!” Bunu gayet iyi şekilde hatırlayabiliyorum.
Hatırlayabildiklerimin en iyisi bu hatta…
Ardından bırakmak istedim. Kendiliğinden akıp gitmesini ve tatlı
uykumdan uyanmak istemedim. Ağzımda, burnumda kum tanecikleriyle, güzel,
huzurlu bir uyku… Neden olmasın? O anda bundan iyisini mi bulacaktım sanki?
Rahatsız hissettirse de tepeme dikilmiş güneşe de aldırış etmeyecektim tabii
ki. Sanki Dünya’yla flört ediyormuş gibiydi o da. İyice yanına sokulmuş, ondan
pek de masum sayılmayacak bir öpücük dilenecek hali vardı. Dünya ise, mağrur
haliyle denizlerinden buharlar yüksele yüksele onun o sıcak aşkına boyun
eğmeyecek gibiydi. Güneş’in bu yersiz hisleri yüzünden Dünya’yı ele geçirmiş
milyarlarca kanser hücresinden bir tanesi, bu yoğun sıcaklığı hissetmek
zahmetini çekmek üzere toprağın üzerine sere serpe uzanmıştı istemsizce.
“Hey! Uyan! Hadi, uyan!” ses daha telaşlıydı. Sırtımda otuz
sekiz numara bir bot hissi… Sağa sola sallanıp duruyordum.
“Hay aksi! Uyanmayacak mısın sen?” diğer gözüm aralandı.
Dirseklerimin ve dizlerimin üzerinde durdum. Ağzımdaki ıslak kumların yere
düşüşünü gördüm hayal meyal yarım açılmış sol gözümle. Sağ gözümü iyice yumdum,
kum dolu bir adet göz…
“Su! Su var mı? Bir yudum da olsa…” kısılan sesimle yavru bir
kedi gibi inledim.
Bana doğru eğildi ve kahverengi, yeşil matarasını uzattı.
Mataranın metali elimi yaktı önce; ancak acıya aldırmadan kupkuru, tozlu
dudaklarıma götürdüm matarayı.
“İç bakalım!” dedi. Sesinde bir tür memnuniyetsizlik vardı.
“Teşekkürler! Çok teşekkür ederim!” dedim suyun ilk yudumundan sonra. Suyun bir
kısmıyla yüzümü yıkadım. Matarayı ona bakmadan uzattım ve yattığım yere bu
sefer bağdaş kurup oturdum.
“Ne yapıyorsun otoban kenarında böyle? Niçin böyle uzanıyorsun
boylu boyunca?” dedi bu sefer. Tekrar bayılmak istiyordum olduğum yere.
“Açıkça söylemek gerekirse bilmiyorum.” dedim. Bu sefer ona
bakmaya çalıştım; ancak güneş gözlüklerinden yansıyan güneş ışınları gözümün
içine girdiği için rahatsız oldum. Sol üst dudağımı burnuma doğru çektim ve
gözümü kıstım.
“Nasıl? Gerçekten bilmiyor musun? Yani koskoca şu otobanın
kenarında, yanında şu yabancı adamla uzanmış uyuyorsunuz(!) ve niçin burada
uyukladığınızın farkında değilsiniz, öyle mi?”
Açıkçası yanımda yabancı bir adamın yatıp yatmadığının bile
farkında değildim.
“Adam mı?” dedim. “Ne adamı? Nerede adam, hani?”
Kafasıyla sağıma doğru işaret etti. “Şu mavi gömlekli işte!
Halinden gayet memnun gibi uyukluyor orada. Bence arkadaşını uyandırmalısın.”
Adamın mavi gömleği tozdan kahverengiye kaçmıştı. Kafasında
kırmızı-beyaz, boğasıyla meşhur olan bir basket takımın şapkası vardı. Dizini
karnına doğru çekmiş, diğer ayağı boylu boyunca uzanmıştı. Sol kolu
ensesindeydi ve rahatsız edilmek istemiyormuş gibi bir hali vardı.
“Şunu söylemem gerekir ki ben bu adamı tanımıyorum. Açıkçası
yolun kenarında ne işimizin olduğunu da bilmiyorum. Etrafımızda bizden
başkasının olmadığı da çok açık… Şu ana kadar buradan senden başkası da
geçmedi. Bu arada yardımcı olduğun için tekrar teşekkür ederim.” dedim
kararsızlık ve akıl karışıklığımla dolu titreyen sesimle. Durmadan teşekkür
etmek isteğim acınası bir şekilde durdurulamaz haldeydi. Üstümdeki tozu
silkeledim.
“Planın nedir bundan sonrası için? Belli ki bir şeylere karışmış
gibisiniz siz ikiniz. Buradan gelip giden de yok. Yürüyerek bu mesafeyi
aşamazsınız.” dedi kısık sesle. Tanımadığım bu kadının ses tonu, o anda alto
bir jazz şarkıcısının sesindeki huzur gibi kulaklarımdaydı.
Yüz metre ileride makiler rüzgârla beraber kıpırdanıyordu. Küçük
bir hortum yerdeki tozu havaya kaldırmış kendi halinde geziniyordu. Asfaltın
üzerindeki sıcaklık, hareler halinde gökyüzüne yükseliyordu. Ayak tabanlarım
güneşin kavurduğu toprağa basmakta kararsızdı. Başımda tarif edilemeyen bir
ağrı vardı, gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. Ensemi kaşıdım:
“Bugün benim günüm değil. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.
Buradan nereye gideceğimi de bilemiyorum. Burada böylece beklesem neyi beklemem
gerektiğini ve sonrasında ne yapmam gerektiğini de bilmiyorum. Hangi yöne
gitmeliyim? Aslında daha temel bir soru sorarsam kendime: yönler nelerdi? Bu
yönler beni nereye götürecek, bunları da bilmiyorum. Şanssız bir gün
anlayacağın… Bazı zamanlar böyle günler oluyor; ne yaparsan yap, o gün senin
günün olmayabiliyor, değil mi? Çok özür dilerim! Böyle yol kenarında, güneşin
altında lafa tutuyorum seni. Gerçekten hatırlamadığım için bütün bunlar.”
Dişlerini göstererek gülümsedi. Bir meltem siyah, uzun saçlarına
esip yüzünü kapattı. Saçlarını avuçlarında topladı. Bir düğümle topuz haline
getirdi. Bir elini beline koydu ve başını hafifçe öne eğdi:
“Oyun oynamayı seven birisin belli ki, ama neyse! Eğer gerçekten
yerde yatan bu adamı tanımıyorsan ya da bu adamı tanıyorsan, hazır o uyuyorken
ondan kurtulmak şansına sahipsin demektir ve eğer istersen motora
atlayabilirsin; daha fazla beklemeyeceğim çünkü.”
“Gerçekten bu olabilir mi? Yani seninle gelebilir miyim?”
telaşlanmıştım, başımdaki ağrıyı geçici bir süre unutmuştum.
“Hey! Fazlasıyla heveslisin…” bu tavrını beğenmemiştim. “Niçin
böylesine gelmek istiyorsun bakalım?” dedi dalga geçercesine yüzündeki o alaycı
gülümsemesiyle. Sağıma, soluma baktım yavaş bir şekilde.
“Sence burada böylece kalmayı hangi yarım akıllı isteyebilir
ki?” dedim aynı alaycı gülümseme şimdi benim suratımdaydı.
“Yarım akıllı ha(!) Öyleyse atla, buradan gidiyoruz.” dedi
yaklaşık on dakikadır sürdürdüğü kararlılıkla.
Siyah, güçlü bir chopperdı motoru. Çalışır haldeydi. Motora
baktığımda aklımın derinliklerinde beliren bir adam vardı. Oldukça genç;
kumral, uzun saçları vardı. Tamamen buna benzemese de onun da siyah bir motoru
vardı. Sinemanın önüne çekerdi motorunu. Motor çalışmaya başladığı zaman
motorun sesi çevredeki gürültüyü bastırır ve motor kendi gürültüsüyle çevreyi
yalancı bir sessizliğe bürürdü. Bazıları bu gence küfür etse de motorun
üzerindeki yeni yetme kendisine hayran olunduğunu zannedip insanlara caka
satardı. Genç adam, motora gaz verdiğinde ses daha da kuvvetlenip sokakta avazı
çıktığı kadar bağıran bir su aygırının sokağın sonuna süratle ilerlediğini
düşünürdüm. Su aygırı ilerledikçe sesi de git gide uzaklaşırdı. Sokaktakilerin
bu iri hayvanın üstündeki gencin ardından ettikleri birkaç saniyelik küfrün
Dünya’nın olağan döngüsünde, zaman ve mekân tanımadan atmosfere karışarak
birkaç leyleği güldürdüğü kanısındaydım.
Sinemanın önünde beklediğim bir andı hatırladığım: Ses
uzaklaşıyor, yeni sesler aynı şiddetle gücünü alırken kimse kimseye küfür
etmiyordu tabii ki.
Motorun arkasına atladım.
“Belimi tut!” dedi. İlk önce utandım. Birkaç saniyelik
duraklamadan sonra “Hadisene belimi tut, bundan çekinecek hafızaya sahip
olmadığını söylüyorsun ya, o halde hadi!” dedi sesindeki olağan alaycı tonuyla.
Fakat yine de kendimi güzel vücutlu kadınların peşindeki ahmaklar gibi
hissetmekten alıkoyamadım. Sesi bu kez daha kararlıydı. Bir refleksle belini
tuttum ve gazladık.
Rüzgâr, yüzüme vuruyor başımı geriye doğru itiyordu. Saçlarım
alnımdan yükselerek geriye doğru süzülüyor ve saçlarımdan ayrışan tozlar arkamızda
ince bir iz bırakıyordu. Yoldaki kesik şeritler, biz hızlandıkça tek bir çizgi
gibi gözüküyordu. Güneş, üstümüzde bizimle beraber yolda seyreyliyor, bir grup
takipçi kuş üstümüzden alçak uçuşlar yapıyordu. Açıkçası kuşların türünün ne
olduğunu hatırlayamıyordum; ancak siyah renkte ve baktığımda zorlukla uçtuğunu
düşündüğüm kuşlardı bunlar.
“Senin bir ismin var mı?” dedim kulağına doğru eğilerek.
Duymadı. “DUYMUYORUM!” diye bağırdı kafasını yana doğru çevirerek. “Bağırarak
söyle!” Motorun gürültüsü yine o genci anımsatmıştı yerli yersiz. “SENİİİİN
İSMİN NEDİR?” dedim avazım çıktığı kadar bağırarak. Sesim rüzgâra takılıp
geride bıraktığımız şeritlerde kalıyor gibiydi sanki.
Sağa yanaştı. Motordan indi, eliyle omzumu iterek: “Bak yabancı,
yol kuralları koymamızın vaktinin geldiğini düşünüyorum. Hafızanın yerinde
olmadığı palavrasını bana attıktan sonra benim ismimin ne olduğunu öğrenmenin
sana bir yarar getireceğini de hiç düşünmüyorum. Bu yolculuğun sonunda,
birbirimizi bir daha görmeyeceğimizi de sana açıkça söylemeliyim. Bu yüzden, bu
süre zarfında birbirimizin isimlerini öğrenmek şeklindeki yakınlık kurma
çabalarının bir anlamı bulunmuyor. Yerdeydin, seni gördüm, durdum ve seni
uyandırdım. Ardından suyunu içtin, seni davet ettim ve sen de büyük bir hevesle
benimle geldin. Soru sormak yok. Kim olduğumun bir önemi yok. Kim olduğunun bir
önemi yok.”
Haklıydı. Otobanda seyreyleyen yalnızca bir araç vardı, o da
bizim aracımızdan başkası değildi. Yola çıktığımız küçük zaman diliminde
üzerimizden geçen türünü bilmediğim birkaç kuş dışında hiçbir şeye rastlamadık.
Önümüzde uzayan ovaya baktığımda yalnızlığın derinliğini içimde hissetmiştim.
Ancak bu ölümcül yalnızlığın ardından benimle konuşan bu güzellik abidesi
kadının kim olduğunu merak etmemde ne gibi bir sakınca olabilirdi? Nerede
olduğumuzun bilincinde değildim. Nereye gittiğimizi, nerede duracağımızı ya da
nereye kadar devam edeceğimizin bilincinde değildim. Yüzünde tüm kararlılığıyla
yola çıkmış olan ve tamamen siyah giyinmiş bu kadının beline sarıldığım yol
boyunca, teninin sıcaklığını güneşin sıcaklığından hissedemiyordum. Her şeye
yine bir engel, değil mi? Hissedeceğin o tek anda karşına çıkacak başka bir
etkenin, hislerine ket vurması sonucu, yüzüne gülümseyen bir yabancıya
tutkuyla, umutla bakma telaşı, kocaman bir utanma hissiyatı ve içine gömülmüş,
utanmış bir adet insan müsveddesi bir başka bedenin arkasına sığınmış otobanda
saatte yüz yirmi kilometreyle ilerliyordu işte. İçinde kıpırdanmaya başlayan
solucanlar, karnından kalbine hücum ettikten ve boğazına kadar tırmandıktan
sonra ağzından çıkıp onun ağzına hücum etmesi güdüsü, tam anlamıyla mide
bulandırıcı bir hadiseden başka ne olabilirdi?
“Suratıma öyle bakma yabancı! Hepimiz birbirimize yabancıyız her
nasılsa. Bu otobanda yalnız olabiliriz; ama emin ol ki başka bir yerde bir
başkası daha var, mesela arkamızda bıraktığımız şu kırmızı şapkalı adam. Kim
olduğunu bile bilmediğin hani. Orada öylece bırakmıştın. Şimdi belki o da bizim
gittiğimizin aksi istikametine doğru gidiyordur. Belki yürüyordur. Belki de bir
yolcu otobüsüne denk gelmiştir. Gideceği yeri hatırlıyordur belki de.”
“Bir yolcu otobüsünde olmadığına kalıbımı basabilirim.” dedim
kibirliydi halim.
“Neden?” diye sordu; ama nedenin ne olduğunu da bildiğini
düşünüyordum. Yine de cevap verdim:
“Yol aldığımız andan beri yanımızdan hiçbir araç geçmedi. Ben
onun ters istikamete gittiğini düşünmüyorum, tabii eğer yürümeye cesaret
etmediyse o başka. Ancak arkamızdan bir araç geliyor idiyse bize doğru
yaklaşıyor olabilir ya da…”
“Ya da ne?”
“Ya da hâlâ aynı yerde uyuklamaya devam ediyor olabilir.”
“Evet, bu da olabilir.”
“Gayet halinden memnundu arkadaşın. Senin ağzın yüzün toz
toprakken onun bir eli ensesinde sanki uçsuz bucaksız ovada güneşin keyfini
çıkarıyordu.”
“Onu tanımıyorum dedim ya. Zaman kaybettiğimizi söylemiştin;
fakat burada tanımadığım bir adamı bana sorarak zaman kaybediyorsun. Hem nereye
yetişeceksin ki? Niçin zaman kaybediyorsun?” dedim ve bir anda soru sormamam
gerektiği aklıma geldi. Karşımda kaşlarını çattı ve siyah, iri gözlerini
gözlerime dikti ve kafasını yavaş bir şekilde sağa-sola salladı. Gözlüklerini
alnına koydu. Gözlerindeki rimeller akmıştı. Ağlamış gibiydi; ama hayır, belli
ki gözlerindeki yaşlar rüzgârdandı.
“Atla, tekrar yola!” dedi.
“Peki, kaptan!” dedim.
Dağların yamaçlarından geçtik. Güneş sağımızda kalmıştı ve
denizin üzerinde binlerce pırıltı bırakmıştı. Dalgalar çizgi halinde
hareketliydi, bulutlar durmadan yer değiştiriyordu. Bazısı elma şekeri yiyen
bir kız çocuğuna, bir diğeri bir kuzuya, bir başkası da peri bacalarına
benziyordu.
Peri bacaları… Üstünde rengârenk balonların uçuştuğu, balonlar
uçuşurken çocukluğumda onlara erişsin diye yaptığım şeytan uçurtmalarım
gözlerimin önüne geldi bir an. Motorun arkasından geliyordu oyuncağım. Babamla
ilk yaptığımız büyük gövdeli, kırmızı uçurtmam peşimden özgürce göklere
yükseliyordu. Güneş’e doğru, ipin sonuna kadar, o rüzgârla hareket ettikçe
püsküllü kuyruğu dalgalanırdı. Bazen güneşin önüne geçip ufak bir gölge
bırakırdı üstümüze. Mavi, kırmızı ve sarı, yeşil ve pembe balonların peşinden
onlara erişmek mutluluğuyla bizimle beraber yol boyunca yükseliyordu kâğıttan
kanatlarıyla. Kavga etmek için değil, bir başka çocuğun uçurtmasını avlamak,
onu düşürmek, bozguna uğratmak için değil. Sadece ve sadece özgürce yükselmek geçmişime…
Babama, anneme, aileme… Geçmişimde unuttuğum dostlarıma… Güldüğüm zamanlarım,
anılarım, motosikletli kızın beline güvenle sarıldığım anın, yüzümdeki
toprağın, yanımda yatan yabancının, arkamda bıraktıklarım ve peri bacalarının
üstünden uçan geçmişimle, dokunulmazlığım rüzgâr olmuş, gözüme ilişmiş ve
gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüp güneşin kavurduğu asfaltta düşüp
kayboluyordu. Derin bir acı motosikletli kızın güneş gözlüklerinin ardında
rimellerini akıtmıştı. Belki bize doğru akıyordu, belki bizden sonrasına doğru…
Soru sormak yasaktı.
Dağlar, geçitler, viyadükler geçtik. Önümüzde yaşama dair hiçbir
şey görmedik. Arkamızda sadece ince çizgiler bıraktık. Yol alabildiğine uzun,
yol alabildiğine sonsuzdu. Yollar, ne gökyüzünde gördüğümüz elma şekeri yiyen
kıza, ne bir kuzuya, ne peri bacalarına varıyordu, varacaktı…
Biz; o yol boyunca saatler, günler, aylar, yıllar boyunca yol
aldık. Ne ben ona ismini bir daha sordum ne de o bana bir şey anlattı. Ona
tutundum. Ona güvendim. Rüzgâr, yine gözlerimizdeydi, onun rimellerini akıttı,
benim geçmişimi gözlerimden… Güneş, bu yıllar boyunca hiç batmadı. Biz otobanda
motorun tekerlekleri üzerinde bazen diğer şeride geçiyorduk, sıkılınca diğer
şeride… Gittik… Durmadık… Durmadık… Duramadık… Ta ki son ana kadar…
“Hadi bakalım yabancı, zamanı geldi artık!” dedi hep o kararlı
haliyle. Boğazım düğümlendi. Sesim çıkmadı. Bir şey diyemedim, diyemezdim.
Kalbimde bir tür acı hissettim. Nefes almakta zorlandım. Nefesim kesiliyor
gibiydi. Gözlerim yaşlarla doldu. Başımı önüme eğdim ve gözlerimi gizledim.
Kızgın toprağa gözyaşlarım düşmeye başladı.
“Gitme zamanı geldi yabancı! Artık ayrılma vakti.” dedi.
Alnındaki gözlükleri gözlerine indirdi.
“Gidiyor musun, beni böylece bırakıp?” dedim güçlükle,
hıçkırmaya başladım.
“Gidiyorum! Ancak seni sana bırakıyorum.” dedi, yüzüne baktım
uzun uzun adını bilmediğim, senelerdir birlikte yol aldığım bu sevdiğim
yabancının.
“Bana mı?” dedim şaşkınlıkla.
“Evet, sana!” ve işaret etti eliyle. “Seni arkadaşına getirdim.”
Yerde yatan adama baktım. Kırmızı şapkalı, mavi gömlekli,
huzurla uzanmış olduğu yerde. Aracı takla atmış ve kazanın yaklaşık yirmi metre
ilerisinde yatan adamı seyrettim. Kendimi seyrettim başucumda. Kendimi ve
geçmişimi… Etrafta hızla ilerleyen arabaları gördüm. Yavaşlayan trafiğin içinde
bir çocuğun gözlerimin içine baktığını gördüm. Sonra gökyüzüne baktım. Kırmızı
uçurtmamı gördüm, püskülü gökyüzünde bilinmeyene doğru salınıyordu. Ona doğru
yükseldim. Uçurtmama doğru. Sonra ben uçurtma oldum ve sonsuzluğa uzanan
otobanı seyrettim gökyüzünden hüzünle. Gözyaşım, yeryüzüne düşmeden buhar olup
uçtu gitti. Motosikletli kız ise bir başkasına gidiyordu üstünde siyah
t-shirtüyle.
Yazar: Cüneyt Özkurt
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder