Tepenin ardında sis yükseliyordu. Sis,
dağın yamaçlarından aşağıya doğru bütün çam ağaçlarını gri bir örtü gibi
örtmüştü. Rüzgar, hafifçe esiyor ve çınar ağaçlarının yaprakları rüzgarla
savruluyor ve sararan yaprakların bazıları ormana düşüyordu. Çimenlerin üzeri
çiğle kaplanmıştı, dağın hemen alt yamacındaki göle yağmur damlaları düşmeye
başlayınca etraftaki küçük hayvanlar, koca meşe ağacına doğru koşuştular.
Yağmurun göl üzerine dökülen ilk damlalarından sonra gökyüzündeki bulutlar daha
fazla karardı. Ardından bir gök gürültüsü geldi; rüzgar, biraz daha şiddetini
arttırdı.
Küçük bir sincap, yaşlı meşe ağacının
büyük dallarına tırmanıp yuvasına doğru yol aldı. Yuvasında üç küçük yavrusu
vardı. Anne sincap, meşe ağacının hemen ilerisindeki yaşlı ceviz ağacından iki
cevizi ağzına almış ve yuvaya geri dönmüştü. Bütün bu yol boyunca küçük kalbi
öyle hızlı çarpmıştı ki sonunda yuvasına geri döndüğü ve yavrularına kavuştuğu
için biraz olsun içi rahatlamıştı. Yolda neler yoktu ki: Bir baykuş kafayı ona
takmıştı belli ki. Günlerdir gözü üzerindeydi. O nereye gitse o büyük gözlerin
sahibi, dalların üzerinden kocaman kanatlarını açıp bir başka dala uçuyordu.
Zavallı sincap öylesine ürküyordu ki: “Eğer bana bir şey olursa yavrularım ne
yapar?” diye iç geçiriyordu yerli yersiz. Yavrular, daha kendilerini besleyebilecek
kadar büyümemişti. “Ama iyi ki bir yuvam var, iyi ki de ağacın bu güvenli gövdesindeyiz
ve oldukça da yerden yükseğiz; yoksa o koca yılanlardan korunmamız imkansızdı.”
diye düşündü anne sincap.
Yavrular, annelerini gördüklerinde
gözlerini hafifçe araladı. Anneleri, ağzına sığdırdığı cevizleri çıkarıp cevizlerin
kabuklarını hızlıca soydu ve her bir parçayı yavrulara paylaştırdı. Minikler,
yemeklerini öyle iştahla yedi ki, yemeğin ardından birbirlerine sokulup hemen
uykuya daldılar oldukları yerde. Anneleri onları seyretti, dışarıda yağmurun
sesi daha da şiddetlenmişti. Hava iyice kararmıştı. Gökyüzü, şimşeklerle bir
anlığına masmavi oluyordu, ardından esen rüzgarın uğultusu ormana yayılıyor ve rüzgar
dağın yamacına doğru hızla esiyordu. Anne sincap, yavrularını bir an olsun
gözünden ayırmıyordu. Uyumuyor; rüzgarın, yağmurun, gökyüzünün kızgın
semfonisini dinliyordu.
Sabaha karşı bulutlar dağılmıştı.
Gökyüzünde geceden kalma bir belirti yoktu. Bulutlar çekilmiş, sis dağılmıştı.
Gölün üzeri masmaviydi. Bir grup balıkçıl gölün üzerinde uçuyor, yeşil başlı
ördekler yavrularıyla sakince yüzüyordu.
Anne sincap, yuvasından çıkıp ağacın
en üstüne çıktı. Gölün ilerisindeki kasabaya baktı. Kasabadaki evlerin
bacalarında dumanlar tütüyordu. Dumanın biraz gerisinde bir grup insan bir
binanın inşaası için ter döküyordu. İnşaatın sesi ormanın derinliklerine kadar
ulaşıyordu.
Meşe ağacının karşısındaki çınar
ağacında tünemiş koca gözlü baykuşu gördü anne sincap. Korkuyla ona bakarak
daha aşağıdaki dallara doğru koştu aceleyle. Bir kozalak buldu. İçindeki
fıstıkları tek tek ayıkladı ve hepsini ağzına doldurup tekrar yuvaya doğru
koştu. Yavrular uyanmış ve heyecanla annelerini bekliyordu. Fıstıkları teker
teker soyduktan sonra yavrularına paylaştırdı her zamanki gibi ve karınları
doyan yavrular bu sefer günün güzelliği ve neşesiyle birbirleriyle didişmeye
başladılar. Birisi, birisinin kulağını ısırıyor; diğeri, öbürünün bacağını
dişliyor; öbürü, ikisinin üzerine çıkıyor ve hepsi birden oldukları yere
düşüyordu. Anne ise bazen onlara kızıyor, yere düşen yavrularını yerden
kaldırıyordu.
Baykuş, ağaç kovuğuna yakın bir yere
tüneyip yuvanın içine gözleriyle sonuna kadar açarak bakıyordu. Tek gözünü
yuvaya doğru yaklaştırmıştı, içerde ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu.
Anne sincap, baykuşu fark ettiğinde korkuyla yavrularına sarıldı. Baykuş olduğu
yerde tüylerini kabartmış yuvayı pür dikkat seyrediyordu. Anne sincap korktukça
baykuş yuvaya daha fazla yaklaşıyordu sanki; ama sadece karşıdaki dalda
tünemişti bu korkutucu düşman. Korkmanın bir anlamı yoktu onun için şimdilik.
Bir süre sonra kocaman kanatlarını
açıp ormanın derinliklerine doğru uçtu yırtıcı kuş. İyice yükseğe çıktı. Dağın
üstüne doğru açtı kanatlarını. Zirveye vardığında ormanın derinliklerine baktı.
Gölün ilerisindeki köyde bir hareketlilik vardı. Gözlerini oraya dikti bu sefer,
ardından merakla dağın zirvesinden köye doğru uçtu. Gölün üzerinden kasabaya
vardı. Bir evin bacasına kondu. Evin hemen arka tarafında bir grup insan
hareketlenmişti. Sarı iş makineleri, bir ileri bir geri hareket ediyordu.
İşçilerden birisinin beyaz bir kasketi vardı. Beyaz kasketli olan, etrafındakilere
emirler veriyor ve bu emirler neticesinde makineler belli bir düzende hareket
ediyordu.
Baykuş, bulunduğu bacadan diğer
bacaya uçtu. Diğer tarafta ise başka bir grup işçinin daha büyükçe bir iş
makinesinin üzerine çıktığını gördü. İçlerinden birisi bu ürkünç cihazı
sürüyordu, diğerleri ise neşeli bir şarkı tutturmuşlardı o sırada:
Hele bir bak koca yanardağın ardındaki ağaçlara
Kalmayacak bir tanesi biz geliyoruz o dağlara
Elimizde baltalar, satırlar var bizim
Hey yaşa sen ulu kapitalizim
Baykuşun gözleri iyice açılmıştı, koca
kanatlarını açtı ve ormana doğru uçtu. Hızla ormanın derinliklerine yöneldi.
Etrafta neşeyle cıvıldaşan kuşlara, ondan kaçan tavşanlara, geyiklere,
kurtlara, ayılara, tilkilere durumu haber verdi. Hayvanlar, korkarak ormanın
içlerine doğru çekildi. Öylesine çaresizlerdi ki yapabilecekleri başka hiçbir
şey yoktu. İnsanlar, iş makinelerini ormana doğru sürecek ve kanlı eylemlerini
başlatacaktı.
Baykuş, meşe ağacına doğru yöneldi.
Ağacın karşısındaki çınara kondu ve anne sincapa göz attı. Anne sincap
yuvasında değildi. Yavrular içerideydi. Baykuş, telaşla ne yapacağını
bilemeyerek yuvaya yaklaştı ve yuvanın girişine pençelerini sapladı. Yuvanın
içine sağ kanadını soktu ve üç yavruyu kanadıyla yuvanın dışına çekip
pençlerine aldı ve ormanın derinliklerine doğru uçtu.
Anne sincap, ağzında iki cevizle geri
döndü yuvaya, içeride yavrular yoktu. Telaşla yuvandan çıktı ve ağacın
aşağısına doğru koştu, sağa baktı, sola baktı; ama yavrulardan eser yoktu
ortada. Telaş telaş üstüne. “Neredeler?”. Korkusu gittikçe şiddetlendi. Aklına
koca gözlü baykuş geldi ve küçük kalbi çarpmaya başladı. Meşe ağacının hemen
aşağısında kapıldığı korkuyla sarmaşıkların arasında olduğu yerde düşüp kaldı.
İş makineleri çoktan yola çıkmıştı. Büyük
bir gürültüyle makineler gölün diğer tarafından ormana doğru yol alıyordu.
Yaklaşık beş makine ve elli kadar işçi vardı bu küçük ordunun içinde. En büyük
makine bir dozerdi, diğer ikisi kepçeydi. Diğer ikisi de silindirdi. Makineler
tek sıra halinde ormana doğru girdiler. Kurtların, ayıların sesleri ormanın dışından
geliyordu artık. İşçilerin sesleri ise ormanın tam içinden geliyordu. İşçiler,
neşeyle söyledikleri şarkıyı daha da yüksek sesle söylemeye devam ediyordu:
Biz geldik ormana
Patron versin bize para
Bize ne gerek orman, ağaç,
dere
Karnımız tok olsun gerisi
hikaye
Anne sincap, hala meşe ağacının
altındaydı, kalbi zorlukla çarpıyordu. Gözünü hafifçe araladı. Yavrularının
üzüntüsüyle gözlerine yaşlar birikti. Evet, sayın okuyucu, bir sincabın
gözlerine yaşlar birikti. Bir sincap aynı bir insan gibi üzüldü, gözleri doldu,
iç geçirdi, kalbi çarptı ve baygın düştü. Belki de bir insan bir sincap gibi
üzüldü, bir tilki gibi hislendi ya da bir baykuş gibi endişe etti.
Zavallıcık yerinden bile
kıpırdayamıyodu. İş makineleri ormanın içine doğru yanaştı, koca meşe ağacına
doğru geliyordu. Belliydi, işte! o koca meşe ağacı… tam 950 senedir orada, kocaman
gövdesiyle, tam karşılarındaydı. O ki hangi ordular onun gölgesinde dinlenmemişti,
hangi rüzgarlar onun gövdesine çarptı geçti, onun dallarında hangi hayvanlar
korundu. Dünya değişirken o, orada zamana karşı koymuştu. Şu koca yanardağ alev
aldığında ayakta kalmayı başarmıştı. Kaç kez bu alevler dağın yamacından
kurtulup insaların üzerine dökülmüştü. Kaç kez medeniyetler bu yanardağın
aldında ezilip yok olmuştu. Kısa ömürlerinde zaferler kazanan şu insanlar kaç
kez yanıp kül olmuştu. Kaç kez aldatmışlardı zihinlerini. Kurdukları
üstünlükleri doğaya karşı kazandıkları bir zafermişçesine birbirine anlatan
kralların oyuncağı olmuştu şu karşıdaki sıradan ordu.
Silindir, git gide yaklaşıyordu anne
sincabın üzerine, küçük bedeni hareket edemiyordu. Gözlerinde biriken yaşları,
makinelerin gürültüleri, kalbindeki acı… işte hepsi şimdi uzandığı yerdeydi.
Derken yüksekten, gökyüzünün engin maviliğinden kocaman kanatlarıya süzüldü
baykuş. Yere dalış yaparak pençelerine aldı anne sincabı ve tekrar gökyüzüne
yükseldi. O an, yanardağdan dumanlar yükselmeye başladı. Hayvanlar ormanı terk
etmiş ve göçe çoktan başlamıştı. Bir eşeğin üstündeki yavru sincapların üzerine
doğru süzüldü baykuş ve anne sincabı onların yanlarına bıraktı. Anne gözlerini
sevinçle açtı ve yavrularına sarıldı. Baykuş ileriden bir ceviz ağacından
pençelerine alabildiği kadar ceviz aldı ve onlara bıraktı. Anne sincap, dağa
doğru çevirdi kafasını. Alevler yükseliyordu dumanlı tepede, lavlar dağın
yamacından koca meşeye doğru, oradan göle ve kasabaya akıyordu. O sırada bir
grup martı kasabanın üzerinden geçip kuzeye yönelmişti.
Öykü Seçkisi, Yanardağ Temalı Öyküler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder