Sokağın
başındaki yokuşun ilerisindeki dar dönemeci biraz geçince sağdaki ilk bina
Doğu’nun yaşadığı apartmandı. Sarı, eski püskü bir apartman dairesinde
yaşıyordu. Daire, güneş almadığından arka odada rutubet kokusu hâkimdi. Dış
kapı; dar, uzun bir koridora açılıyordu. Kapının girişindeki rafta ontoloji
üzerine birkaç kitap vardı, gözüme çarpan diğer kitaplar da siyaset bilimi
üzerineydi. “Doğu’nun bütün bu sıkıcı muhabbetlerinin sebebi karşımdaki üç-beş
kitapmış meğer.” diye içimden geçirdim.
Kapının
kilidi, benim evin kilidinden daha kolay açılmıştı. Apartman kapısının anahtarı
mor, dış kapının anahtarı ise metalik renkteydi. Hangisinin ne işe yaradığını
karıştırmamak için ideal bir çözüm düşünmüştü.
Ceketimin
cebine elimi attım. Sağ cebimin boş olduğunu anlayınca vakit kaybetmeden sol
cebi yokladım. Dörde katladığım mektubu açıp en baştan tekrar okumaya başladım:
“Merhaba,
sevgili dostum!
Ne
hissettiğin konusunda bir fikrim yok, nasıl hissettirir bunu bilemem. Bu
mektubu sana niçin yazdığım konusunda ise tereddütlerim var. Belki yarım
kalanları tamamlamak biraz sana düşüyor, biraz da bana...
Mektubun
içinden çıkan anahtarlar seni biraz şaşırttı biliyorum; hatta bu mektup bile
başlı başına bir şaka... Bolca tamamlanamayacak cümle bırakıyorum sana.
Neyse, gereksiz
sözcüklerle lafı dolandırmayacağım. Mektubun içindeki anahtarlar evime ait. Mor
renkte olan dış kapıyı, diğeri ise iç kapıyı açıyor. Mektubun arkasında ise
evimin adresi var. Daha önce hiç evime uğramamıştın, bu bir vesile olacak senin
için sevgili dostum. Şimdiden belirtmem gerekir ki bizim sokakta senin şu yeni,
siyah arabanı park etmen pek doğru olmaz. Sokağın bitiminde, yokuşun aşağısında
bir otopark var, oraya bırakmanı tavsiye ederim. Aksi halde arabanın üzerine
çiviyle kazınmış eserler seni sinirlendirebilir.
Evet, gidip
gitmemek sana kalmış. İstersen bu mektubu yırtarsın, istersen katlar bir köşeye
kaldırırsın, istersen evime gidip sana ait olanı alırsın. Dedim ya: sana
kalmış. İstediğin gibi yapabilirsin. Tabi ben bu mektubu senin eve gittiğini
varsayarak yazıyorum.”
Sokak kapısının
sağında kalan yatak odası sıkış tepiş eşyalarla doluydu. Odanın kapısının
yanında bir çalışma masası, masanın üzerinde iki kalemlik vardı ve ağzına kadar
kalemle doluydu, masanın yaslı olduğu duvardaki çerçeveler birbirlerinden
ikişer santim üstte olacak şekilde paralel olarak asılmıştı, çerçevelerde
sürreal ünlü birkaç eser yer alıyordu.
“Çünkü
böyle oluyor…” yazılı ahşap plaka duvardan
düşmüş ve düştüğü yere boyanın tozu, zaten tozlu olan masanın üzerine
dağılmıştı. Yatağın üzerinde turuncu bir oyuncak ayı vardı, ayının tek gözü
yoktu. Birbirinin çifti olmayan iki gardırop yan yana konulmuş, tek kişilik yatak
ise gardırobun yanına denk gelecek şekilde duvara yaslanmıştı. Yatağın yaslı
olduğu duvarda Charlie Chaplin posteri asılıydı.
Yatak
odasının sıkıcı görüntüsünün bir benzeri de koridordaydı. Karanlık, uzun
koridorun sonunda atıl olarak kullanıldığını düşündüğüm çok küçük bir oda,
odanın solunda salon ve salonun karşısında küçük bir mutfak vardı. Yatak
odasına girdim. Kirli gölgeliği araladım ve karşı apartmanlara rağmen gün ışığı
biraz da olsa odanın içine doldu. Tekrar mektuba göz attım:
“Mete,
senden salona gitmeni istiyorum. Salondaki çekyatın yanındaki sehpada siyah bir
defter var. Lütfen, onu al ve defterin ayracının olduğu yerden itibaren okumaya
başla.”
Salona
yürüdüm. Kapı girişinin karşısında dediği gibi petrol rengi bir çekyat vardı.
Çekyatın sağ kenarındaki duvarda iki kişilik bir koltuk, onun sağında kalan
duvarda TV ve uzun bir dolap bulunuyordu. TV’nin önünde, yerde bir dizüstü
bilgisayar vardı ve kapağı açıktı. Bilgisayarın mavi led lambası yanıyordu.
TV’nin
karşısındaki çekyata oturdum. Sehpadan defteri aldım. İlk sayfayı açıp okumaya
başladım:
08.Aralık.2012
“Kaybettik...
Hayatımda
tek yapabileceğim yegâne şeyi, yeteneğimi de kaybettim. Yenildik...
Yeterince... Yeterince savaşamadık. İlerledik, konuştuk, sorduk, mücadele
ettik. Beceremedim! Gücüm yok!
Kalbim
acıyor yine!
Nasıl ki
dinmiyor. Nedeni hep bu kaybedişlerim. Bir türlü yoluna koyamayışım. Hiçbir
şeyim yok bu hayatta... Belki gerçekten sevenim bile...
Öylesine
yalnız ve soğuk hissediyorum ki kendimi ve o kadar çaresiz... Tüylerim diken
diken oluyor... O kadar boşum ki aslında... O kadar canım acıyor ki...
İlk defa mı
böyle netim kendime? Apaçık yazıyorum. Bir HİÇİM!
İnsanlar da
hayatımdan bu yüzden gitti; çünkü biliyorlardı. Lanet olası beni gördüler.
Savaşamayan, ezik, yenik bir zavallı olduğumu gördüler.
Umudum
kalmadı...
Ve artık
bitsin istiyorum. Bana dair olan bu hayatın bitip gitmesini istiyorum; fakat
öylesine hantal ve tembel ki... bir türlü gelemedi. Şaşırıyorum. Ben, bu
dünyayı istemiyorum. Hiçbir şeyinizi istemiyorum!”
İlk sayfayı
okuduktan sonra sayfaları rastgele ve hızlıca karıştırmaya başladım, aynı aya
denk gelen sayfalarda benzeri yazılar vardı. Bu yazılara göz attıktan sonra mektupta
bahsettiği günlüğün bana ayrılmış olduğunu söylediği sayfasını açtım:
“Gece,
gecenin en güzel anında yürüyordum onunla. Gökyüzünde dolunay tüm görkemiyle,
en parlak anında, önümüzdeki toprak yolu aydınlatıyordu. Yanımdaydı... O, işte!
O, yani... Vanilya yağı sürmüştü yine boynuna, dudaklarım dayanamıyor tenine
doğru yöneliyordu. Önümüzde uzanan yolun bir yerinde durup öpüşüyorduk uzun
uzadıya. Yüzüne dokunuyor ve dudaklarım dudaklarına değdiği o anda nefesini
içime derin derin çekiyordum. Sonra dudaklarımız birbirinden ayrıldığında ay
ışığının aydınlattığı gözlerimizin içine bakıyorduk uzun uzun ve dayanamayıp
son kez büyük bir arzuyla öpüyorduk birbirimizi.
Elini tutup
yürümeye devam ettim şu güzel mayıs gecesi…
Çam
ağaçlarının sıralandığı yokuştan deniz gözüküyordu. Tüm görkemiyle mehtap
denizin üzerinde ışıyordu, ne kadar uzakta olsak da mercanların kalabalık
olduğu o yerler daha parlaktı, denizi işaret ettim Dora’ya!
- Bak
sevgilim, tam karşıda! Görüyor musun? Mercanlar, ışıl ışıllar... Senin gibi
onlar da... Bütün gecemdeki o yüce umut…
- Umut mu?
Ben mi? Doğu! Umut, evet! Ama umut aşkın neresinde dersin? Hep böyle
sevebilecek misin beni?
- Bu gece
sence sonsuz mu sevgilim?
- Hayır,
değil! Birkaç saat sonra gün doğacak?
- Hayır,
doğmayacak! Gün, asla doğmayacak. Biz seninle sonsuzluğun parçasıyız. Biz
seninle bu geceyiz.
- Doğu, sevgi
yüce bir şey, biliyorum; ama biraz gerçekliğe dönsen olmaz mı? Gerçekler böyle
değil! Biz sevgiyle var olamayız. Hayatın kendisi farklı bir işleyişte, tarih,
kitaplar senin hislerini destanlaştırıyor; fakat görüyorsun ki sonunda hepsi
yitip gidiyor.
- Bu kadar
katı olmasan keşke papatya. Bu masum halimin gardiyanı mı olmalı? Zindanım şu
karşıdaki denizin dibindeki mercanların altında mı kalmış; yoksa senin
gözlerinde mi?
- Sen zaten
her zaman masumsun, Doğusun sen işte, bildiğin doğu…
Sessizleştim.
Elini tutup yokuştan denize doğru yürümeye devam ettik. Yolun bittiği yer
sahile varıyordu ve genişlemesine açılan, çakıl taşlarıyla kaplı alanın sonunda
taşlar yerlerini ince kumlara bırakıyordu. Elime iki çakıl taşı alıp birbirine
sürtmeye başladım. Ne kadar hızlı sürtersem o kadar fazla kıvılcım çıkıyordu.
Elimdeki taşları Dora’ya gösterdim:
- Baksana
papatya şunlara! Şunlara bak!
Taşlar
birbirine her çarptığında çarptıkları yer alabildiğine ışıyordu.
- Ne oldu
ki şimdi?
Dedi
yüzünde alaycı bir ifade vardı.
- Baksana,
ilginç gelmiyor mu bu sana? Karanlık bir gecede bile iki çakıl taşının olması umuttur.
- Benim için
umut değil Doğu, senin için umut olabilir ama!
Dedi keyifsiz bir şekilde.”
Günlüğü kapattım.
Bilgisayarın klavyesindeki herhangi bir düğmeye bastım. Ekran doğrudan açıldı,
masaüstündeki müzik çaların listesinde ilk sırada Mozart – Lacrimosa ve altında
ise Beethoven – Silence vardı.
Mektubu tekrar
okumaya başladım:
“TV’nin
karşısındaki dolabı açmanı istiyorum Mete. İkinci rafta bir mektup daha var.
Lütfen ilk satırını okur musun?”
Yerimden kalkıp
dolabın kapağını açtım, ikinci mektubu raftan aldım ve ilk satırı okumaya
koyuldum:
“Güncede
ilk sayfayı okudun değil mi? Ama niçin yaptın bunu? Sadece ayracın sonrası seni
ilgilendiriyordu.”
Bir alt
satırda ise:
“TV’yi
açtın ve müzik listesini gördün, değil mi? Sadece iki şarkı var orada. İkinci
şarkıyı aç ve şarkıyı yazdıklarımı okurken bitene kadar dinle; ancak
dinlemeyeceksen günceyi elinden bırak ve evden çık git! Biliyorsun ki karar
senin. Biliyorsun ki karar hep senindi.”
Bilgisayara
bağlı olan müzik sistemini açtım. Beethoven – Silence’a iki kere sol tıkladım.
Doğu’nun bu
talimatı sinirimi bozdu ve günlüğü bu sefer kaldığım yerin daha gerisinden bir
sayfa açarak okumaya devam ettim:
02.Aralık.2013
“Merhaba Güncem!
Bir senedir
sayfalar karaladım durdum. Bak, kaç sayfa koparmışım senden. Ben kendisini
aşamamış birisiyim. Rezalet özellikleri olan ve şu çok başarılıların olduğu
hayatta olabilecek en başarısız insanlardanım.
Günce!
Ben
fakirim. Ben aptalım. Ve ben şanssızım. Bil ki hayatımda her şey tepe taklak;
ama kendime yalan söyledim ve dedim ki: “Her şey yolunda!” Şu basit sınavı bile
halledemedim.” Hem de bir senede dört kere girdiğim şu aptalların bile kolaylıkla
geçtikleri o düzeysiz sınavı...
Günce!
Dora adında
bir kadınla tanıştım, onu istedim. Çok hem de… Ama bu halimle artık onu
isteyemem.
Günce,
kendimden nefret ediyorum. Tiksiniyorum; çünkü böylesine düşük bir zekâyla yaşamak
çok zor. Aptalın tekiyim ben. Griziekalıyım”
Kendi
kendime güldüm. “Geri zekâlı” bile yazamamıştı Doğu, “Belli ki bunları yazarken
oldukça dibi boylamıştı. Üniversite yıllarından bahsediyor.” diye düşündüm.
Dora’yla son senesinde tanışmıştı. Yazdıklarını pek önemsemedim, genellikle
halet-i ruhiyesi böyleydi Doğu’nun. “Okulda öğretildiği zannedilenlerin bir işe
yaradığı görülmemiştir, bunlardan sınanmış olduktan sonra o sınavların neticesi
bir insanı zeki ya da aptal yapmaz. Bu sınavların neticesi bir insanı daha
kaliteli bir köle ya da en âlâsından bir asi yapar.” derdi. Buna katılmam
mümkün değildi haliyle.
Güncenin
bana ayrılan sayfasını okumaya kaldığım yerden devam ettim:
“Denize
iyice yaklaştık. Ay denize doğru alçalmıştı ve hafifçe pembeleşmişti. Yakamozun
aydınlattığı ışık yolunda bir yunus balığı sakince su üstüne çıkmış ve nefes
almıştı. Deniz sakindi. Denizin uzandığı dağlar alabildiğine karanlıktı. Bazen
bir otomobilin ışığı dağın yamacındaki yolda görülüyor, saniyeler içinde kayboluyordu.
Bu ıssız gecede vanilya kokulu sevgilim kollarımın arasındaydı. Saçlarını
okşadım, sonra yüzünü…
-
Yıldızlara bak Dora! Hepsi senin için biliyor musun? Hepsi senin için orada.
Bütün bu görsel şölen, bütün bu galaksi senin için hazırlandı. Ne kadar şahane,
değil mi? Senin için süslendi bu gece, bütün bu yaratılış…
- Evet, Doğu
gerçekten çok güzel bir gece -alay ediyordu-. Geçen sene de böyle bir gece
yaşamıştık, hep aynı yere geliriz ve burada sıklıkla gökyüzünü seyrederiz
seninle. Sonra evlerimize geri döneriz. Bazen bana mektup yazarsın. Bazı
harfleri hep eksik yazarsın, çok sık mektup yazıyorsun bana. Bütün mektuplarına
cevap vermem çok zor oluyor. Biliyorsun ki ben harf hataları yapmaktan hiç
hoşlanmam, o yüzden üstün körü yazdığın şu mektuplarına cevap vermem güç
oluyor. Ayrıca cümlelerini de bir türlü tamamlayamıyorsun. Üç nokta kullanınca
çok mu duygusal oluyorsun anlamıyorum. Duygusal olunca daha mı özel
hissediyorsun kendini? Bir de Doğu, neden her zaman geceleri buluşuyoruz biz?
Bu sefer
alaycı olan bendim:
- Çünkü ben
bir vampirim.
Gülmeye başladım.
- Pek komik
değil açıkçası. Ben artık bundan keyif almamaya başladım. Bu sahili görmek de
istemiyorum açıkçası; çünkü sıkılıyorum. Koskoca gezegende bulduğun ve çok özel
olduğunu hissettiğin bu sahile saplanıp kalmış olman beni düşündürüyor artık.
- Ama
niçin? Bütün bir gezegenin her noktası işgal edilmişken, kendini ait
hissettiğin bir yerde bulunmak kötü bir şey midir?
- Niçin
işgal edildiğini düşünüyorsun? İşgal falan yok, bunları sen uyduruyorsun. Her
yere gidebilirsin, özgürsün, kendini kapattığın kafesinden uzaklaşmak
istemiyorsun; çünkü…
- Evet,
çünkü?
- Böyle
söylemek seni incitecek biraz; ama söylememem de sana haksızlık olur. Çünkü
korkuyorsun. Beni sinirlendiriyorsun, sinirli olduğum zamanları biliyorsun ve
bunu kasıtlı yaptığını düşünüyorum. Beni sinirlendirmek için böyle cümleler
kuruyorsun. Nesin sen? Korkak! Sadece bir korkaksın! Burada, bu rıhtımda
kaybolmuşsun. İşin tuhaf yanı şu ki: bu rıhtım da kayıp.
Evet,
delicesine korkuyordum. Bu kayıp rıhtımda şu gecenin sabahını beklerken ben
burada, elini tuttuğum sevgilinin çekip gitmesinden korkuyordum. Bir daha
gözlerine bakamamaktan, sesini duyamamaktan, elimden onu almalarından
korkuyordum. Bu rıhtımda kaybolup gitmek... Hiçbir zaman gelmeyecek bu gemileri
beklerken gözyaşlarımın denize dökülmesinden korkuyorum. Tamamlayamadığım,
boğazıma düğümlenen cümlelerden, tamamlanamayacak hayatlarımızın bir başka
öyküyü geriye bırakmasından korkuyordum. Her geçen gün şiddetlenen kalp ağrılarımdan
ve artık gerçeği bütünüyle kabul etmek istemeyeceğim için kendimi bu sahile
demirledim. Gemim, defalarca kez bordolanmıştı; ancak ben bir savaş gemisi
değildim. Sadece bir balıkçı gemisiydim. Tuttuğum balıkların ise hepsini denize
atmıştım. O yüzden zayıfladım, bacaklarım, kollarım bir dal gibi kaldı.
- Dora,
devam etmeni istiyorum sözlerine. Lütfen! Bunu benim için yap.
- On dört
ay oluyor Doğu, on dört aydır anladım ki senin kendinde aşamadığın çokça
problemin var. Bazen sana geliyorum ya hani, evin bitap durumda. Niçin kendine
biraz daha güvenmiyorsun? Neden olanla yetiniyorsun? Niçin daha fazlasını
istemiyorsun? Bunlar senin de hakkın değil mi? Senin de yaşamaya hakkın yok mu?
- Ancak ben
yaşıyorum. Baksana şu gökyüzündeki yıldızlara!
- Başlatma
şimdi yıldızına! Oradalar işte! Hep varlar, hiçbir anlamı yok. Hep de
olacaklar.
- Ama biz
olmayacağız.
- Evet,
olmayacağımız için bir anlamı yok. Git ve karış hayata. Kurtul kendinden,
saplantılarından.
Elini
bırakıp kumlara uzandım ve gökyüzünü seyretmeye başladım. Çıplak gözle tek bir
gezegen gibi gözüken Sirius orada ışıl ışıl parlıyordu. Hâlbuki içinde tüm
gizemini korumaya devam ediyordu. Kafamı yana çevirdim ve ilerideki denizci
fenerine baktım. Karanlıklar içine gömülmüştü. Bazı zamanlar lodos denizi
çalkalarken rıhtıma gelip fenerin yanına giderdim. Fenerin ışığı yanınca
anlıyordum ki fener, yükselen dalgalarla savrulan gemilere “Merhaba sevgili
dostum! Korkma, ben buradayım!” diye selam veriyordu. Gemideki denizciler de şapkalarını
ellerine alıp fenere sallıyorlardı umutla. Aralarında böyle bir dostluk, bir
bağ oluşmuştu denizcilerle fenerin.
- Bir de
çocuk gibisin sen. Bazen içine kapanıyorsun. On gün konuşmadığımız günler
oluyor. Biliyorsun değil mi bir başkası olsa bir daha asla seninle konuşmazdı.
Seninle defalarca bunun üzerine konuşmuştuk. Defalarca uyarmıştım. Eğer bir
daha böyle bir şey olursa her şey biter demiştim.
- Özür
dilerim Dora, papatya… Seni incittiğimi biliyorum; ancak bütün bu
suskunluklarımın sebebi sen değildin. Anlatmaya çalışsam da ifade edemiyorum.
- Ben ifade
ettim daha demin. Senin tüm suskunluğunun nedeni çaresizliğin; çünkü bir kadını
zapt edemeyeceğini düşünüyorsun. “Bir kadın ne ister hayatında?” peki, hiç
düşündün mü bunu?
- Evet,
düşündüm.
- Ne ister
söyle öyleyse?
- Aşk tabi
ki...
- Ah Doğu,
sen hala kuşlar mı bulutlar mı karar veremiyorsun. Kuşları tanrı zannediyorsun
bu komedyanın içinde. Her şey senin için basitleşmiş, kendi dünyanı yaratmışsın.
Sonsuzluğa inanıyorsun; ama gerçekler öyle acı ki, hiç de senin düşlediğin gibi
değil. Sahalin[1]
burası. Kurtul buradan artık.
Güncenin
bir sayfasında Sahalin’den bahsetmiştim. Dora, yoksa günceyi mi okumuştu? Sırf
o okusun diye ortalık yerde bırakırdım siyah kaplı defterimi.
-
Kurtulmak, kendimizden değil mi Dora?
- Sadece
kendinden kurtul Doğu.
- Yürümek
ister misin biraz? Derenin oraya gidelim hadi.
Denize birleşen
derenin yatağında bir kamelya vardı. Ahşabı yağmurdan iyice aşınmıştı, çatısı
altıgen şeklindeydi. Her köşeye uzunlamasına yer alan banklar yere
sabitlenmişti. Dereye bakan taraftaki bank sağlamdı; ancak bu bankın sağındaki
haricindeki diğer bankların tahtaları eksikti ya da kırıktı. Bankta oturup
derenin sesini dinledik. Gece kuşları üzerimizden geçti.
- Sanırım
bunlar martılar. Baksana, kuzeye doğru mu uçuyorlar dersin?
- Hangi
yöne gittiklerini umursamıyorum Doğu.
- Olsun, ne
yapalım! Burada ilk kez sana seni sevdiğimi itiraf etmiştim, hatırlıyor musun?
- Evet,
bunu yapabilmen dört ayını almıştı ve hep beni buraya getirip martılardan,
sincaplardan, çöplükte yaşayan bir ihtiyardan, fakir mahallede yaşayan Ömer
adında bir çocuk ve kedisinden bahsetmiştin.
-
Hatırlıyorsun bunları.
Gülümsemiştim.
- Ne yazık
ki hatırlıyorum; çünkü aynı şeyleri defalarca kez anlatmıştın.
Gülümsemeye
devam ediyordum.
- Neden bu
gece sürekli sırıtıyorsun? Fark etmedim değil, bu gece çok başkasın. Normalde
böyle konuşsam çoktan içine kapanırdın. Dünya’ya küserdin.
- Ben
Dünya’ya küsmem ki Dora, belki insanlara ama… İçimdeki sadece deniz ürpertisi…
Yakamoz olmasaydı eğer…
Sözümü
kesti ve şöyle dedi:
- Deniz
ürpertisi mi? Ne manasız bunlar Doğu! Melankoli bizi tüketiyor. Bana küsüyorsun
her seferinde. On gün konuşmadığın zamanlar oluyor, “Biz birbirimizi
tamamlayamıyoruz bir türlü” bana bunu hissettiriyorsun.
Dora içine
kapanmıştı. Kaşlarını çattı ve sustu. O, susup akıntıyı seyrederken ben de onu
seyrediyordum. Kahverengi gözlerini ilk gördüğümde olduğum yerde kalakalmıştım.
Saçları omuzlarına kadardı ve kestane rengiydi, dümdüz bir tutam saç teli sanki
susamış gibi olan dudaklarına doğru uzanmıştı, ancak bu dudaklarının kuru
olduğu anlamına gelmiyor, daha çok “ıslaktı” demek doğru olur dudakları için,
ıslak olmasına rağmen susamış gibi yani… Gözleri kocamandı. İncecikti vücudu… O gün,
yeşil pileli bir etek giymişti, üstünde ise beyaz bir gömlek vardı, gömlek ince
bedenini ve kollarını sarıyordu. Kahverengi çizmeleri oldukça eskiydi, çizmenin
bağcıkları z şeklinde en üste kadar sıkıca bağlıydı.
Bir
balerindi Dora. Parmakları inceydi ve elleri, ellerimin yarısı kadardı. Onu ilk
kez gördüğümde sevgili dostum, seninle beraber okulun kafeteryasındaydık. Sen,
beni sarsmıştın “Ne oldu? Niye öyle donup kaldın?” diye. Benim ise kalbim
durmak üzereydi. Nefes alamıyordum. Nasıl konuşabilirdim seninle? Nasıl ifade
edebilirdim hislerimi? Edemedim de zaten. Durup orada benimle dalga geçmeye
başlamıştın baktığım yeri fark ettiğinde. Hatta geri geri gidip masaya
çarpmıştın gülerken. Sen, karnını tutup bana gülerken Dora seni görmüştü ve
senin neye güldüğünü anlamadan senin gülüşüne gülmeye başlamıştı.
Biraz da
güncemde senden bahsedeyim Mete. Sen, şahane gülen bir adamsın her şeyden önce.
Düzgün kesim saçların ve her zaman modaya uygun kıyafetlerin tüm insanların
ilgisini çeker. Saçlarını taramasan, üstüne ne bulup giysen dikkat çekersin.
Ayrıca zengin olmana rağmen bonkör birisin. Senin sayende zenginlerin pinti
olduğu fikrinden uzağım artık.
Seninle
buluştuğumuz zamanlarda hesabı hep sen öderdin. Keşke bazen benim ödememe
müsaade etseydin sevgili dostum. Paranın lafı olmaz; ama bu benim kendime olan güvenimi
her zaman altüst etmişti. Kalabalık olduğumuz arkadaş sohbetlerinde bile bütün
masanın hesabını sen ödüyordun. Garsona da iyice bahşiş bırakırdın. Bu senin
çevrendeki insanları sana hayran bırakıyor sevgili dostum. Bir yıldız gibi
parlıyorsun onların zihinlerinde.
Derdini
anlatmazsın, genelde beni dinlersin yalnız kaldığımız zamanlarda. Aslında bunu
anlayamıyorum ben, niçin benim gibi birisiyle bu kadar yakın arkadaş oldun?
İnsanlar, kendilerinde bir parça gördüğü insanları yakınında tutar; sen ve ben ise
hiç benzemiyoruz. Yoksa benziyor muyuz? Yoksa senin ve benim bütün bu
farklılığımıza rağmen ortak hislerimiz mi var? Ortak bir nokta? Yoksa herkesten
sakladığın karanlık bir dünyan mı var senin de? Fakat sen gülüyorken, bütün bu
görkemi ve lüksü omuzlarında sırmalarla taşıyorken, evinin rutubet kokusu
elbiselerine sinmiş benim gibi birisi çaresizliğini daha da fark etmez mi? Umut
dolu birisi için bunun tam tersi biliyorum; ama ya umutsuzlar? Umutsuzlara bu
Dünya’da yer yok mu? Yaşamaya hakları yok mu dersin Mete?
Neyse
kaldığım yerden anlatmaya devam ediyorum:
Dora,
hafifçe başını öne eğdi. “Biraz yürüyelim mi?” diye sordum. Önünden yürüyordum.
İkimiz de sessizdik. Böyle on bilemedin yirmi dakika kadar yürüdük.
- Buradan
sonrasını bilmiyorum ben Doğu. İstersen geri dönelim.
- Ben
biliyorum sevgilim. Biliyorsun buraya gelirim. İlerideki çamlığın orada bir
çınar ağacı var, orada bir ağaç ev var. Görmeni istiyorum. Az bir mesafe kaldı.
İstemsizce
beni takip etmeye devam etti.
Derenin
bitimindeki sazlığın önüne geldiğimizde olduğum yerde durdum:
- Şimdi
senden bir şey istiyorum. Gözlerini kapat ve on adım say.
- Bunu
neden yapayım?
- Onuncu
adımda kendimle ilgili her şeyi değiştireceğime yemin edeceğim ve değişecek. On
adım sonra Dora. Bu karanlık rıhtımdan kurtulacağım. Senin on adımında. Senin…
Sadece senin…
- Doğu,
bütün oyunların gibi bu karanlık dünyan da saçmalıklarla dolu. Bir şeyin
değişmesi için benim attığım adımlara ihtiyacın yok. Değişmek için kendi
atacağın adımlara ihtiyacın var.
- Bizim
adımlarımıza…
- Anlatsam,
dil döksem nafile! Madem bu kadar saplantılısın, peki… Ancak bu gece son olacak
Doğu. Artık yoruldum! Ben, yokum. Bu on adım benim ve senin için son on adım
olacak. Kabul ediyor musun?
- Eğer bu
son olacak dediysen eğer sevgilim, zaten sonu gelmiştir. Bu on adımı atsan da
atmasan da ne değişir? Gözlerinde ben kalmamışım. Sen çoktan çok uzaklara
gitmişsin.
Gözlerini
benden kaçırdı ardından gözlerini kapattı. Adımlarını saymaya başladı. Bir,
iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on ve durdu. Bacağı dizine kadar
balçığa gömüldü.”
Mete, şimdi
lütfen listedeki diğer şarkıyı aç. “Mozart – Lacrimosa”
“- Ne oluyor! Ne oluyor!
-
Batıyorsun sevgilim.
- Doğu! Ne
oluyor? Adım atamıyorum. Kımıldayamıyorum. Yardım et, çıkar beni buradan!
Diye bağırmaya
başladı Dora. Sesi titriyordu.
- Belki
biraz da olsun beni anlıyorsun şu anda papatya. Kıpırdayamıyorsun, bir
bataklığın içindesin. Ne yapsan çaresiz. Karşında duran zavallı bana
sesleniyorsun, yardım istiyorsun düşkün olan benden hem de. Sesini duyurmaya
çalışıyorsun. Tam karşımdasın, sevdiğim kişi bataklığın içine gömülüyor ve ben
onun sesini duyuyorum, ancak duyduğum bu sesleri anlayamıyorum. Çırpınıyorsun,
can çekişiyorsun, kalbin duracak gibi çarpıyor ve burada benden başka hiç kimse
yok. Burada benden başka hiç kimse sana yardım edemez. Sana benden başkası
yardım edemez.
- Ne olur
Doğu. Tamam, sevgilim! Seni seviyorum. Anladım seni. Yemin ediyorum sana
sarılacağım, seni ölene kadar terk etmeyeceğim. Yeter ki beni bu lanet olasıca
yerden çıkar, yalvarıyorum.
- Seni duyamaz
mıyım? Kulağımı sağır edecek kadar çığlık atsan da sözlerini anlayamaz mıyım? Duyamam.
Çırpınırsın bataklığın içinde. Seni sevmek yanlıştı Dora, bana gelmek yanlıştı,
çok yanlıştı… Bunu anlamıştın sen de, ilk ay anlamıştın bunu. Yalnızdın. Şehre
yeni gelmiştin. Kimseyi tanımıyordun. Yalnızlıktan korkar insan, yalnızlığı
sevmez. Rıhtımdan korkar, dalgalardan korkar, lodostan, fırtınadan korkar,
derin gecenin içinde bir bataklığa saplanmaktan korkar sevgilim. Bu yüzden kendisine
güneşli limanlar arar, ışıklı geceler ister, paranın aydınlattığı restoranların
ışıklarıyla balık kokusu alkol kokusuyla birleşir, taş kalpli patronların
metreslerinin yüzleri güler, onların çocuklarının oyuncağı olur güzel yüzlü
kadınlar. Bütün aşk oyunlarını onlar oynar, sonra sıkılırlar bu sıradanlaşmış
oyundan. Masadan kalkarlar, bu kadınlar güzelliklerini yitirince terk edilmiş limanın
ilerisindeki bataklığa saplanırlar. Onların sesini kimse duymaz Dora. Ben her
gece bu limanda, bu bataklıktayım. Binlercesinin çığlığı kulaklarımda…
- Çıkar
beni buradan yalvarırım. Çıkar! Yalvarıyorum çıkar Doğu! Sen böyle biri
değilsin! Sen bu dünyanın en saf yürekli insanısın. Bu yüzden seni sevdim ben.
Bu yüzden sevgilim!
- Beni
sevdiğini ilk kez söyledin bu gece. İlk kez bana sevgilim dedin. Ah hayat! Ne
kadar özelsin! Seni yaşamak için söylememeye yemin ettiğimiz sözleri
söyleyebiliyoruz, inanmayanları bile aşka inandırıyorsun sen.
- Hayır!
Ben seni hep sevdim! Hep sevdim!
- Dora…
Beni sevmedin. Beni hiçbir zaman sevmedin sen sevgilim. Belki bir başkasını... Bilmiyorum
mu sanıyorsun? Mete’yle buluştuğunuz zamanlardan haberim yok mu sanıyorsun? O
güncenin içindekiler bir aptala aitti; ancak benim gibi aptalların haricindeki
diğer aptalların hâkim olduğu bu Dünya’da beni sıradanlaştıran sizdiniz. Benim
elimi tutarken onu seyrediyordun. Benimle sevişiyorken onunla seviştiğin anları
düşlüyordun. Ancak öyle çaresizdiniz ki ikiniz, bunu bana nasıl
açıklayabilirdiniz, değil mi? Hayatın hiç olduğu o sevimsiz yerde, bataklığın
ortasında beni yapayalnız bırakıp sırtınızı dönüp gitmiştiniz. Şu gecede,
sahilde, elini tuttuğum her anda, dünden bugüne, asla ve hiçbir zaman kalbinde
olmadım sevgilim. Sana söyledim, bu gece sonsuz bir gece olacak diye. Bir daha
gün doğmayacak. Bu gece ay pembeden kırmızıya dönüşecek. Bu gece işte benim bu
kaybolmuş rıhtımımın bataklığına, Dünya’nın içine çekilip ortadan yok
olacaksın. Bu aşk üçgeninde sen gecenin sonsuzluğunun bir parçası olacaksın.
Omuzlarına
kadar bataklığa gömüldü Dora. Artık ellerini yüzüne götüremiyordu. Sadece
hıçkırık sesleri işitiliyordu. Sonra… Sonra ne mi oldu Mete? Arkamı döndüm ve
çekip gittim. Gittim Mete! Öylece onu bırakıp gittim.”
Güncenin
sonuna gelmiştim. Evin içi bir anda soğumuştu ve bütün bedenim bir buz
kütlesine dönüşmüş gibiydi. Titremeye başladım. Oturduğum yerden
doğrulamıyordum. Lacrimosa tekrar tekrar çalıyordu; şarkı ayak parmak uçlarımda
başlayıp saç tellerime kadar buz tutmuş bedenimi sarıyordu, kıpırdatamadığım
aciz bedenimin her hücresini teker teker öldürüyordu. Düşünmeye başladım. Dora,
yoktu artık. İçinde bulunduğum bu ev bir katilin eviydi. Bir katilin odasında
onun bana yazdıklarını okuyordum. Güçlükle yerimden doğruldum. Mektupların
ikisini de yırttım. Günlüğü elime aldım ve kalan satırları okumaya devam ettim:
“Mete,
biliyorum. Şaşkınlık içindesin. Nerede olduğumu bilmiyorsun. Güncenin sonuna
geldin. Bunca oyuna ne gerek vardı, değil mi? Evet, bunca oyuna ne gerek vardı?
Neden oynadınız bu oyunu? Oyunlara karşı oyunlar Mete… Sizin sevdiğiniz de bu
değil mi zaten? Bu oyunda herkes mi kaybetti? Sen, ben ve Dora… Emin misin
Mete? Emin misin dostum? İkiniz de asla unutmayın, olur mu? Hepimiz aynı
bataklığın içindeydik; fakat sadece ben kaybettim. Sana da elveda! Elveda!”
Kapının
zili çaldı. Başım dönüyordu. Duvara tutuna tutuna kapıya ulaştım. Kapıyı
açtığımda Dora karşımdaydı, boğazına kadar balçıkla kaplıydı. Yorgundu,
üzgündü, çaresizdi… Bir de şaşkınlık eklenmişti bu perişan haline o an. Bana
doğru bir adım attı, bense kapıyı yavaşça yüzüne kapattım.
[1]
Romanov
Hanedanlığı sırasında sürgün ve kürek cezasına çarptırılanların gönderildiği
ada. Adada cezaya çarptırılanlardan oluşan bir koloni vardır adeta.
YAZAR: CÜNEYT ÖZKURT
Öykü Seçkisi, Bataklık Temalı Öyküler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder