Öykü öncesi yazarın okurdan bir ricası:
“Çok değerli öykü yoldaşım,
Tamamen sizin değerli inisiyatifinize kalmış olarak,
öykünün ruh halini yaşatmak açısından, iki değerli eseri okuma esnasında
dinlemenizi isterim:
Tsiganiko II – Eleni Karaindrou[1]
Waltz by the River – Eleni Karaindrou[2]
Dilerseniz bu iki eseri öykü boyunca sırayla, tekrarlı
şekilde dinleyebilirsiniz ya da seçtiğiniz herhangi bir tanesini, öykü bitene
kadar, tekraren dinleyebilirsiniz. Eğer şarkılara ulaşmakta zorluk çekerseniz
öykünün dipnotlarında size yardımcı olacak adresleri bulabilirsiniz.”
***
Gri mermerli dehlizin
sonunda, dar bir avluya açılıyordu son oda. İçeride her gün çarşafları yenilenen
bir yatak vardı, bir de masa. Masanın üzerinde kırmızı kahverengi bir defter ve
bir de kalem, ucu körelmiş.
On iki gün önce
getirilmiştim son odaya, kendi ihbarım üzerine. Evimin rutubet kokusu hala
üzerimdeki kıyafetlerden çıkmadı, hâlbuki gün be gün temizlenmekteler. Bedenim
çok önce küflenmişti, kemiklerim ve yaşama dair umutsuzluk dolu hücrelerim gibi.
Burada günler ağır geçer.
Saat 12’yi vurduğunda siyah önlüklüler kapıda birikir: Üçü erkek, ikisi kadın…
Erkeklerden ikisi kollarımdan tutar, beni yatağa bağlar. Kadınlar, ilacı
hazırlayıp kolumdan enjekte eder. Dört saat kadar sakinleşirim. Odadan çıkıp
giderler, kapı aralık kalır. Ardından tanıdıklarım bir bir odaya doluşmaya
başlar. Marie, kızım. Aldora, eşim. Joseph, erkek kardeşim. Mary, annem ve
Samuel, babam… İlk gençlik yılları arkadaşlarım: Frans ve Pierre… Hepsi aynı
sırayla odaya gelir. Masada karşılıklı oturur Frans ve Pierre. Annem, çiçeğime
su verir. Marie, bez bebeğini kucağında uyutur. Babam, piposunu tüttürür. Aldora,
yanı başıma gelir. Saçlarımı okşar. Ah Aldora, ellerin öylesine şefkatli ki,
kalbim sen varken bir kelebeğin kanat çırpışı gibi çaresiz. Gözlerimi
araladığımda bulanık görüyorum o güzel yüzünü, gözlüğüm de yok ki, kim bilir
hangi köşeye savruldular yine? O derin bakışlarınla yine bana bakıyorsun, değil
mi? Ah şiir gibidir yüzün. Sesin, o şiirin mısraları ve her sözcüğün aşkla
kulaklarımdan içeri kalbime süzülüyor.
Seni ilk gördüğüm anı
hatırlıyorum şu an: Bir bahar günüydü. Sarı fileli eteğin ince belinden dizlerine
süzülüyordu. Saçların, meltemle yüzünü okşuyordu. Güneş, bile nazikti sana,
tenine hassaslıkla dokunmuştu. Greve’de, karşı kaldırımda, sana doğru yürürken
bir dilencinin ayaklarına takılıp yere düşmüştüm. Gözlerim kör olmuştu, hafızam
işlemez. Ardından sözcükleri kaybettim. Dilsiz… Ayaklarına dolandığım dilenci yerinden
doğrulup üzerime yürüyüp bana bağırmaya başlamıştı; ancak bu şiddet dolu
sözcükleri işitmiyordu kulaklarım. Hala karşımda durmaktaydın Aldora. Yürüyüp
uzaklaşacaktın, anlamıştım. Yerimden doğrulup koşacaktım ardından, ayaklarına
sarılacaktım ve sana yalvaracaktım bu bahtsız hayatımın tarifi güç
kusurlarından dolayı. Yüzün şefkatle gülümseyecekti o an, gözyaşlarım kaldırıma
düşerken nazik elin tozlu şapkama dokunacak, o narin dokunuşu hak etmeyen çoktan
kirlenmiş ellerimi tutacaktın. Bir çocuğa merhametle bakar gibi bakacaktın
gözlerime. Aşk hastalığına tutulmuş bir sokak serserisiydi bu ölgün adam. “Bir
valsin keman sesinden olsa gerek bu bedbaht halin serseri!” diyecekti
dudakların. Yüzüne bakıp yeniden yüzümü dönecektim soğuk kaldırım taşına.
Marie, sevgili kızım. Seni
kollarıma aldığım gün kokunu derin derin içime çekmiştim. Çok mutluydu baban.
Çok mutlu olduğum zaman içimi bir korku kaplar kızım. Sanki bu mutluluk bir
anda sönüp gidecek ve yerini bir kâbusa bırakacakmış gibi hissederim. Belki de
bu yüzden hiçbir zaman mutluluklarımı doyasıya yaşayamadım. Şimdi anlamaktayım
ki bu konuda yanılmaktaymışım.
İlk adımını attığın gün,
bana ilk kez baba dediğin gün, gözlerimden yaşlar akmıştı. Annene sarılmıştım.
Bu bir mucizeydi. Küçük bir çocuğun baba demesi, ilk adımını atması niçin
mucize olsun Marie’m? Bunlar hayatın sıradanlıkları değil mi? Niçin baban
ağlıyordu öyleyse?
Bana benzeyen o yanını
düşündükçe kalbim için için acıyor. Sessizce derinlerde yüzen güzel bir
balıksın sen, lakin güzelliğin benden değil, annenden. Sessizliğin ise benden…
Bu gürültülü hayat için sessizlik masum kalıyor Marie’m. Dileğim zaman geçtikçe
annen gibi hayata karşı dik duranlardan olabilmen; bir sokak serserisinin
şiirleri kalbinde dolanıp ruhunu ele geçirmesin, yükselmesin dumanlı kentin
üzerinde. Bir dilencinin ayaklarına dolanıp sürüklenmesin, kirlenmesin güzel
kıyafetlerin benim pek sevgili kızım.
Joseph. Sen hep kadınların
ilgi odağı olmuştun. Uslanmaz bir gençtin. Aynı odayı paylaştık senelerce. İki
yakın dosttuk seninle, kardeşlik üstüne pul biberdi. Aldora’ya olan aşkımı sana
anlattığımda nasıl da alay etmiştin benimle. Düşkün ailemizin çaresizliğini,
hayal kırıklıklarını düşündükçe ve ben vazgeçtikçe bütün o alaycılığın
kayboluvermişti yüzünden. Kardeşten öteye geçip bir ağabey gibi elini omzuma
koyup vazgeçmemem gerektiğini söylemiştin. Üstümüz başımız yırtık pırtıktı
Joseph, hatırlar mısın? Kışın aynı kazağı giyerdik sen ve ben. Bazı günler ben
çıkamazdım caddeye, bazı günler sen. O gün kazak sırası sendeydi, eğer “Sen git
bugün!” demeseydin Marie bu Dünya’ya gelmeyecekti belki de.
Yine benimlesin. Bu soluk
yüzlü adamın yanında…
Babam bir deri fabrikasında
işçiydi. Haftanın üç günü vardiya duruyordu. Eve gelmediği günler anlardık ki ikinci
ve hatta üçüncü işlerinde umudun peşine düşerdi. Gıdasızdı ailem. Babamsa
oldukça zayıflamıştı. Ülke fakirdi. İnsanlar kirli. Gündüz vakti sıçanlar
kedilerin peşinde koşturuyorlardı ve hatta birkaç tanesi küçük bir köpeği
boğazlamıştı. Mahallemize ağır bir koku yayılmıştı o sıralar. Sokağın başındaki
geçidin önünde bir grup protestocu jandarmaya taş ve sopalarla karşı geliyordu.
Kraliyet aleyhtarı diğer bir grup protestoculara ateş açmıştı. Yere yatan kırmızı
kolluklulardan birinin üzerine bu sıçanlardan biri peyda oldu. Yerinden dehşetle
kalkan protestocu jandarmanın ateşiyle karnından vuruldu. Kırmızı kolluklu grup
yerlerinden doğrulup jandarmaya saldırdı ve o esnada diğer grup da olaya girişti.
O an babam yolun köşesinde gazeteye sarılı peksimetiyle duvar dibine sinmişti. Kraliyet
yanlıları o yöne doğru koşmaya başladı.
Arkadaşlarım, dostlarım
vardı. Bazı günler bahsettiğimiz gençlik ateşiyle yükselen fikirlerimizdi. Yerel
gazeteleri satamadığım günler onlarla buluşurdum. Sıra dışı fikirlerimizi
birbirimizle hararetli şekilde paylaşırdık. Daha kimse kurşuna dizilmemişti.
Hiçbirimiz herhangi bir cinayetten yargılanmamıştık henüz. Masum tartışmalardı,
yükselen gençlik alevimizdi.
Başka dostlarımız da olmuştu
önceleri. Daha sonra onları birer birer yitirmiş bulunduk. Fikrimiz, onlar için
halka yayılan virüs değilse neydi? Bizler cüzzamlılardık onlar için. Zamanla
aralarından dışlandık. Toulon’un aşağısında haczedilmiş ve yağmalanmış bir evin
bodrum katında, bir masanın etrafında, gaz lambasının cılız ışığında geceleri
soluksuzca kararlarımızı açıklamaktaydık. Bu sırada üç kişiydik. Üç farklı kişi…
Francis, gruba liderlik eden
bir sokak serserisiydi. Dar omuzlu, uzun yüzlü, kumral bir maçoydu. Avukatlık
eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmıştı. Babası ve babam aynı fabrikada
işçiydi. Bazı zamanlar hırsızlıkla geçimini sürdürüyordu. Sevilmezdi insanlar
arasında. Kaba bir hali vardı. Çokça kavga ederdik. Çokça birbirimize
sarılırdık, ağlardık.
O gün peşime düşen kraliyet
yanlıları sokakta beni köşeye sıkıştırdığında Francis peşimden koşup önüme
kendini siper etti. Bana gelecek darbelere ortak olmuştu. Eğer o olmasaydı o
gün orada öleceğimi biliyorum. İkimiz de saldırıdan sonra yol boyunca uzanmıştık.
Yere düşen kasketini başına geçirdi yattığı yerden ve kış bulutları arasından
gözüken güneşi gösterdi bana. Umut, ışıl ışıldı gökyüzünde ve çamura bulanmış
kanlı yüzümüze tebessüm etmişti son bir kez sanki.
Pierre, oldukça kısa
boyluydu. Çok cesur bir gençti. Çocuksu tavırları vardı; böyle olmasına rağmen
bilgisine her zaman güvenmiştim. Pierre, belediyeden bir kâtibin getir götür
işlerini yapıyordu. Çoğunlukla para kazandığı söylenemezdi. Sanırım o sıralar
kimse para kazandığını söyleyemezdi. Siyasal tarihten anlardı. Çoğu zamanını
okuyarak geçirirdi. Okuduğu zamanlarda ona ulaşamazdı hiç kimse. Belki de bizim
eksik kalan yanımızı tamamlayan o’ydu. Ne zaman bir yanılgıya düşsek Pierre’in
eşsiz bilgisine sığınırdık. Sorduklarımıza hızlı cevap veremezdi. Gülümseyen
yüzü ciddileşir, sessizce, olduğu yerde gözlerini yere indirir, elini çenesine
götürür ve düşünmeye başlardı. Bu esnada onunla konuşmazdık. Frans ile kendi
aramızda başka bir mevzu üzerine konuşmayı sürdürürdük. Ancak bir süre
geçtikten sonra Pierre ona yönelttiğimiz soruya, derinlemesine bir mantık
çerçevesi içerisinde, cevap verirdi. Verdiği eşsiz cevapla gözlerimiz
pırıldardı ve bizimle olduğu için ona minnet ederdim.
Her iki arkadaşımla da aynı
parkta tahtadan kılıçlarımızla yalancı düşmanlar edinirdik biz daha çocukken.
Biz de değirmenlere savaş açmıştık. Bazen bendim Sancho Panza, bazen de onlar… Hep
bir düşman bulma telaşından, oyunları bile çocukların sapanlarla, sopalarla.
Eminim ileride çocuk çeteleriyle ilgili bir roman yazılacaktır herkesi ağlatan.
Belki de küçük, sevimli, sarı saçlı bir çocuk olur kimsenin tarafında olmayan.
Belki de o masum çocuk ölür hikâyenin sonunda. Çünkü hep böyle olmaz mı?
Onları dinliyordum:
Robespierre’in talihsizliğini, bu talihsizliğe bizlerin de bir gün maruz
kalacağımız gerçeğini, giyotinin halkın nasıl bir eğlencesi haline geldiğini,
öfkenin ve katliamın tüm bu fakirliğin bir oyuncağı haline geldiğini, Jeanne
d’Arc özlemimizi konuşurken gecelerimiz bu küçük hanenin içini doldurur
olmuştu. Fikirlerimizi sayfalara yazdığımız ve altına rumuzlar uydurduğumuz
kirli sayfaları lağım kokan mahallelere dağıttık hep beraber. Şehrin ayrı
yerlerinde kılık değiştirerek dolaştık. Dolaşırken peşimize takılan
yandaşlarımızla gizli sohbetler kurduk. Günler; açlık, yoksulluk içinde
devinirken peşimizden bizi takip eden öfke yerini çiçeklere bırakabilir miydi?
Birkaç hafta içerisinde
kalabalık kontrolümüzden çıktı ve kendi kararlarını vermeye başladı. Ancak
başlatmış olduğumuz bu hareketin bir parçası olmamızdan ve temelde edindiğimiz
fikrin sonuna ulaşmak gayretiyle son güne kadar geldik.
İlk günkü çatışmada Francis
kışkırtıcı manşetler yazan bir gazeteciye iki el ateş etti, gazeteci belediye
binasının önünde yığıldı. Jandarma, Frans’ı avluda kıskıvrak yakaladı. Davası
hızlı görüldü ve sehpaya götürüldü. Francis sehpaya giderken meydanın
gerisindeki kulenin üstünde dostuma son kez bakmaktaydım. Baygın ve güçsüzdü. Kalabalığın
yükselen sesleri arasında bıçak hızlı bir şekilde boynunu kesti ve celladı
düşen başını sepete attı.
Pierre, karşı saldırıda iki
kişiyi ölümcül şekilde yaralamıştı. Biri kurtulmuştu, ancak diğeri olay yerinde
can vermişti. Pierre, iki hafta hücrede tutuldu. Ne kadar onu görmesi için
aracılar bulsam da dostuma son vedamı edememiştim. Pierre, öğleden sonra saat
1’de meydanda, yağmurlu, soğuk bir aralık günü halkın kahkahaları arasında idam
edildi. Onu son kez göremedim. Göremedim çünkü…
Gözlerim bulanıyor, hastalık
tüm bedenlere çoktan yayılmış. Kalabalıklar, intikam hissiyle başlarımızı
bizden istiyor. Joseph, kardeşim. Tut ellerimi. Girdiğim komadan
kurtulabilirsem eğer kaldırımın karşısında o güzel kadının peşinden gideceğim.
Tüm yoksulluğumuzu unutup, belki de bu ülkeyi onunla terk edeceğim. Sevgi, aşk
belki içimizdeki bu yeri dolmayacak özgür hislerimizle yeşerecek tekrar.
Küçücük bir filiz koca bir ağaç olur ya, işte bizim de düşüncelerimiz
büyüyecek, belki bizler hayata meydan okumuş ölümsüzler sıralanacağız peşi
sıra. Bizden öncekilerle selamlayacağız uzun koridorların, karanlık kuytularında
ellerinde küflü sayfaları tutanları.
Biliyor musun Joseph. O gün
kazağını verdiğinde dilencinin ayaklarına takılıp yerden kalkamadım. Sarı elbiseli
kadın kaldırımın ilerisinden, sokağı döndü ve uzaklaştı, gözden kayboldu.
Peşinden gidemedim, sana anlattığım aşk hikâyemde bir daha rastlaşmamış iki
öykü kahramanıydık onunla ben. Adını Aldora koydum onun. Sonra küçük bir kız
çocuğumuz oldu bizim. Adını Marie koydum. Canım kızım Marie’m. İşte onun baba
demesi bu yüzden mucizem oldu. Onun ilk adımı bu yüzden benim mucizem.
Günyüzü görmemiş annemi sana
emanet ediyorum Joseph. Bu bedbaht halimize lanet ediyorum. Tanrı’ya emanet
olmanızı diliyorum. Bu perişan halimiz bu cüzzamlı hayatın gerçek bir öyküsüdür
en nihayetinde ve ben herkes bilsin, hissetsin ve belki de halimize ağlasın
istiyorum.
***
Kraliyet yanlısı grup benim
peşime düşmüş. Ailemi sormuş soruşturmuş. Babam, sokağın köşe başında gazeteye
sarılı peksimetiyle kraliyet yanlılarınca tartaklandı ve yaşlı, güçsüz bedeni
dayanamadı. Oracıkta gözlerini hayat yumdu zavallı babam. Onları gördüğümde
elimdeki bıçakla onlara saldırdım. Ardından kaçmaya başladım. Tam üç kişinin
hayatına orada son verdim o esnada. Birkaç günün sonunda ise kararımı vererek
bir telgraf çektim ve bulunduğum karanlık sokak hanesinde onları beklemeye
başladım.
Masanın üzerindeki deftere
sizlere özlemimi yazdım, belki sonra okuyanlar olur ümidiyle.
Son Oda’dayım. Bu benim son
odam.
Öykü Seçkisi Sayı 129, Virüs Öyküleri Yazar: Cüneyt Özkurt
[1] https://open.spotify.com/track/5M1Nzxb3P4UdftwL6T3JZA
[2] https://open.spotify.com/track/6ZWIsmAJ1LxrVWcXdzTT7T
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder