Karanlık, arka
sokaklara doğru uzanıyordu yağmurlu ve sıradan bir gecede. Sokak lambalarının
cılız ışığı, kaportası paslı arabaların park ettiği tel örgüyle çevrelenmiş
parkın gerisindeki üç binadan ilkinin zemin katının penceresine yansıyordu.
Pencerenin önünde dikilen her kimse siyah beresini düzeltip cebinden çıkardığı
çakmağını iki kere çaktıktan sonra sigarasını yakabildi ancak. İlk nefesi içine
çektiğinde başını geriye doğru götürdü ardından dumanı ciğerlerinin derinlerine
doğru çekti ve tüm dumanı yavaşça üfledi ve bu dört saniye kadar sürdü. İşaret
ve başparmağı arasında tuttuğu, iki nefeste neredeyse yarısına kadar küle
dönüşmüş sigarayı sağ ayağının önüne fırlattı ve siyah, ıslak çizmesinin
tabanıyla ezdi. Ardından önünde durduğu pencereyi siyah deri montunun cebinden
çıkardığı ince metal çubukla açtı.
Evin perdesi,
dışarıdaki rüzgârdan hafifçe sallandı, sağ ayağını atarak pencereden içeri
girdi ve camı kapattı. Pencere, evin
salonunun sağdan ikinci penceresiydi. Yaklaşık yetmiş metrekare kadar olan
salon dikdörtgen şeklindeydi. Oval kapı, kare biçimindeki hole açılıyordu.
Holde üç kapı mevcuttu. Metal sürgülü olan dışa, bir diğeri mutfağa ve diğeri
ise yatak odasına açılıyordu. Salonun duvarları haki renkteydi. Pencerenin
karşı duvarına üç tablo asimetrik olarak asılmıştı. Tablolardan büyük olanına
gözü ilişti. Bu tabloda fırtınalı havada, gece yarısı denize açılmış bir yolcu
gemisi resmedilmişti. Tablonun yağlı boya olduğu açık şekilde
anlaşılabiliyordu. Şimşek, deniz, yağmur damlaları, geminin güvertesindeki cama
vuran su tanecikleri, dalgaların yükselişi, karanlık bulutların gerisindeki ay
ışığının denize yansıması ressamın derinlik hissinin tercümanıydı adeta.
Büyük tablonun
altındaki siyah çerçeveli tabloda sıradan bir fanus orantısız şekilde
resmedilmişti ve bir eser olup olmadığı tartışılabilecek olan bu tabloda pastel
renkler hâkimdi. Fanusun içinden çıkan dallarda küçük, beyaz çiçeklerin gelişi
güzel resmedilmiş olması da, tabloların asimetrik dizilimi neticesinden olsa
gerek, dikkate değer değildi. Bu tablonun sol çaprazındaki çerçevede ise Venedik
Kanalındaki iki sandal konu edilmişti.
Tabloların
asılı olduğu duvarın altında bordo renkte iki berjer karşılıklı haldeydi.
Berjerlerin ortasında bir sehpa ve sehpanın üzerinde bir satranç tahtası yer
alıyordu. Tahtanın üzerindeki taşlardan anlaşılacağı üzere oyun bir hayli
ilerlemişti. Dikkatlice bakıldığında siyah tarafın üstün olduğu anlaşılıyordu.
Siyahların bir veziri eksikti; fakat oyun nasıl olmuşsa siyah tarafın hücum
ederek karşıdan bir kale, bir at ve fil alması sonucunda veziri hediye etmiş
olduğu anlaşılıyordu. Beyaz taraf, sağ tarafta rok pozisyonundaydı ve şahın iki
kare ilerisindeki vezirin yaklaşık iki hamle sonra düşeceği belliydi.
Soldaki berjere
oturdu ve boş gözlerle oyuna göz gezdirdi. Sıkıldı, beresini çıkardı ve sol cebine koydu.
Vezirin gerisine siyah atı sürdü ve daha sonra bunun akıllıca olmadığını
düşündü ve taşı geri çekti. Siyah şahın önündeki piyonu bir kare ileri hareket
ettirdi, böylece geride kalan fili ileri sürebilecekti. Başını geriye yasladı
ve salonun tavanına yaklaşık otuz saniye kadar baktı. Kalp atışları bazen hızlanıyor,
bazen de yavaşlıyordu. Gözlerini kapattı ve ince bir ağrının saplandığı kalbine
götürdü elini. Tekrar sehpaya eğildi; ancak bu sefer bir elini çenesine dayayıp
ileri sürdüğü piyonu tahtadan aldı ve cebine koydu.
Yerinden
doğruldu ve hole geçti. Holde lavanta kokusu hâkimdi. Geniş alanda küçük bir
ayakkabılık ve askılıktan başka bir eşya yoktu. Askılıkta ise uzun, kaşe bir pardösü
asılıydı. Pardösünün ceplerini karıştırdı. Ceketin iç cebinde siyah, iri bir
cüzdan eline ilişti. Cüzdanın içinde, iki yüzlük banknotlardan tam sekiz tane
bulunuyordu. Cüzdanın ceplerindeki kredi kartları, kişisel kartlar ve
vesikalıklar balık istifiydi adeta. Fotoğraflara göz attı: Donuk bakışlı bir
adam ve düzeltildiği belli, kötü makyajlanmış birkaç fotoğraf… Yere fırlattı
attı vesikalığı. Cüzdanın gizli bölmesinde ise bir kadının fotoğrafını fark
etti: Hafifçe gülümseyen, yirmi beşli yaşlarında, siyah saçlı bir kadının pek
de eski olmayan bir fotoğrafıydı bu. Fotoğrafı iç cebine koydu.
Mutfağa doğru
yöneldi. Ocağın üzerindeki tencerede birkaç gün öncesinden kalmış yemekler ekşi
bir koku yayıyordu etrafa. Buzdolabının yanındaki ekmekliğin kapağı ağzına
kadar açıktı, aynı şekilde buzdolabının da kapağının açık olduğu dikkatini
çekti. Kapağı hafifçe açtığında dolabın ışığı mutfağa yayıldı. Buna aldırış
etmedi. Kapağı sessizce kapattı ve kapaktaki magnetleri inceledi. Yaklaşık on
beş kadarı rastgele dizilmişti. İlk ikisine baktığında ilgisini çeken denizkızı
figürü oldu. Gülümsedi. İçlerinden bir tanesini aldı ve iç cebine
yerleştirdi. Mutfağın karşısındaki odaya
yol aldı sessiz olmaya gayret ederek. İlk adımını attığında yerdeki parkeden
ince bir ses çıktı. Dudaklarını ısırdı ve kendisine dikkatsiz adımlar attığı
için öfkelendi. Diğer adımlarını daha dikkatli atarak mutfağın karşısında
bulunan kapıya ulaştı ve sarı meşeden yapılmış eski kapıyı hafifçe araladı.
İçeride, çift
kişilik yatakta ev sahibi derin uykusundaydı. Kapıyı sessizce eski konumuna
getirdi ve diğer odaya geçti. Bu odada ütüsüz giysiler etrafa saçılmıştı.
Ayağına bir iki tanesi dolandı ve dengesi bozuldu. Elini duvara koydu ve daha
da sessizce kapının karşısındaki pencereye ilerledi. Pencerenin önündeki
sandalyeye oturdu ve sokağa düşen yağmur damlalarını seyretmeye başladı.
Sokağın
ilerisine beyaz renkte bir araç park etti. Dışarıda yağmur yağmasa aslında
öylesine sessiz bir geceydi ki gecenin karanlığında seçilemeyecek kadar
uzaktaki arabanın motorunun durması geceye ani ve daha derin bir sessizlik
katabilirdi, ancak bunu kendisinden başkası fark edemezdi o an için.
Aracın kısa
farları açıktı hala. Farın ışığı yağmur damlalarına vuruyor ve düşen her
damlayı netleştiriyordu. Öyle bir andı
ki, aynı görüntünün tekrarı gibi; ancak asla aynı şekliyle olamayacak bir anın
sonuncu defa ve her defası ilk anın başlangıcındaki o bir anın son ana nüfuz
etmiş haliydi adeta. Yağmurun buluttan düşerek okyanustaki geminin güvertesine
ya da denize düşmesi ya da bilinmezin ötesinde bir denizkızının derinlerdeki saçlarına
suyun süzülerek dokunması gibi... Tüm okyanusun tuzunun gözyaşlarının tuzundan
farksız olması veya o kadının gözyaşlarının denizleri, okyanuslara dönüştürmesi
gibi... İşte böyle düşüyordu yağmur damlaları aklının gökyüzünden sokağın
ilerisine, pencerenin camına ve karşı kaldırımdaki aracın farlarına.
Ayağına dolanan
eşarba attı elini. İpek tül parçasını bileğine doladı ve karanlık odada,
sandalyesinde otururken ellerini yüzüne kapattı. Pencere buğulandı nefesinden,
elini cama koydu usulca ve parmaklarının olduğu yerden damlalar aşağıya doğru
süzüldü. Fikrini değiştirdi. Bunun için az da olsa kendisiyle mücadele etti bir
süre. Yerinden kalktı ve yatak odasına yürüdü.
Kapıyı hafifçe araladı tekrar. Uykusundaki adama baktı uzun uzun. Derin uykusunda
öylece gecenin bir parçasıydı o an onun için. Güneş ışığına tutunabilmek için
kendisini geceye bırakmıştı belli ki. Geceden, yanı başındaki yabancıdan
habersizdi. Başucunda belli belirsiz bir hayaletin evinin penceresinden
girdiğini bilemezdi ömrünün hiçbir anında. Başucuna yanaştı, bu olsa olsa seyrettiği
bir geminin güvertesindeki fırtınalı gece olmalıydı. Dışarıda yağmur şiddetini
arttırdı. Gücü yettiği kadar pencereye vuruyordu damlalar; sessizliğe ket
vurarak, bu kısa geceyi uzatmaya çalışan ve bir kızgınlık anından
ibaretmişçesine çakan şimşeğin, aradan geçen üç beş saniyenin ardından gelen
ilk gök gürültüsünün gözlerinden yatağa düştüğünü görünce dudaklarını ısırdı.
İkinci gök gürültüsüyle hıçkırdı ve içini çekti. Bu eve kapısından girdiği günü
anımsadı, mutfağında yaptığı son yemeği, hani o anda tencerenin içindeki ekşimiş
koku öncesinde ne de nefisti. Şu yatakta onun yanında uyuduğu geceleri
anımsadı, bitmeyecek bir an değil miydi seviştikleri, sonsuzluğa uzandıkları o
gecelerin tümü? Kalbinde son birkaç dakika daha hissetti o anları yerli yersiz
çarpan güçsüz kalbiyle.
Uyuyordu adam
gecenin tam üçünde. Uyuyordu yastığında ve yastığı sırılsıklamdı gözyaşlarından
olsa gerek. Hıçkırmamak için dudaklarını ısırıyordu sanırım, nefesi kesilmiş
bile olabilir hatta.
Hafifçe eğildi ve ciğerlerine çekti sigarası
gibi o eşsiz kokusunu; ama bu sefer farklıydı bu içe çekilmiş nefes, derinlerde
saklayacaktı, adını mühürleyecekti derinlerindeyken, gizleyecekti ve geleceğe
ve geçmişe bu yolculuklar halinde düşecekti bu sessizliği meçhul geceye düştüğü
gibi yağmur damlaları ve arka sokaklarındaki talihsiz denizkızlarının küçük,
ince camlı fanusundan yalnızca birisiydi şu oda kirlenmiş bütün diğer odalar
gibi. Yanından uzaklaştı istemeyerek ve elini uzatarak ona doğru. Ona bakarak
geriye doğru gitti adımları. Odadan bir hayalet gibi süzüldü hem ileri hem
geriye doğru. Son oyunda da onu kırmamıştı adam; berjere oturduğunda bunu
anlamıştı cebindeki hiç önemli sayılmayacak izinsizce aldığı piyona elini
attığında. Vezir düşmüştü, beyaz taraf kapanmıştı köşesine, kalmamıştı odasında
şahtan öte denizlerin kraliçesi…
Gecenin içinde
bir hayalet hırsız; bir piyonu, bir vesikalık fotoğrafı, bir denizkızı figürlü
magneti ve bir de eşarbı çalarak sessizce pencereden kaçıp gitti karşı
sokaktaki beyaz arabaya atlayarak. Altı adet taş en baştan kayıp olmasına rağmen
adam, yine de başlamıştı oyuna düşler okyanusunda sessiz ama başka bir gecede.
Fanusun camı
kırılmış ve yine de içi su almaktaydı şiddetlenen yağmurdan, denizkızı ise okyanusta, herhangi bir yere
doğru yol almaktaydı.