13 Ocak 2020 Pazartesi

Başı Sonu "Yok!"

Yağmur alabildiğine hızlandı. Rüzgâr, sararmış yaprakları yerlerinden söküyor, Boğaz’a savruluyor gökyüzünde. Martılar telaş içerisinde, grup halinde gökyüzünde daireler çiziyor. Vapurlar, limana yanaşmış sonraki seferlere çıkamayacak. Paltomun yakasını kaldırdım, atkıma sarıldım, şapkamı kaşlarımın üzerine doğru indirdim. Rüzgâr, paltomun eteklerine dolanıyor, beni denize doğru sürüklüyor. Bu arada, dalgalar kıyıya vuruyor ve beş metre kadar gökyüzüne yükseliyor. Damlalar, gri gökyüzünün rengine bürünüp tanecikler halinde iskeleye düşüyor. Sokak lambaları, gündüz vakti olmasına rağmen az evvel yanmaya başladı; ancak etrafı aydınlatmıyor. Uzaktan şehre bakınca sadece kasvet hali hâkim. Bir ambulans, sirenlerini çalıştırmış, önündeki araçların korna seslerirüzgârdan neredeyse duyulmuyor.
Seneler evvel onu beklediğim bu sahilde son kez Boğaz’ı seyrettiğimi hissetmekteyim. Bu hisse nereden tutuldum şimdi?
Şu an önünde durduğum iskele o gittikten sonra restore edildi. Beraber yürüdüğümüz sokaklar trafiğe kapandı. Birbirimize aşkla sarıldığımız o gecenin ertesi sabahı soğuk bir ocak günüydü.Gidecek bir yer bulamayıp birer tost yediğimiz, yanında da iki fincan çay içtiğimiz kafe de kapanmış. Paramız ancak buna yetebilmişti. Buluştuğumuz ilk gün iskeleden Moda Yelken Kulübü’ne doğru yürürken üzerimize delicesine esip bizi yolumuzdan döndüren rüzgâr sanki daha kuvvetli şekilde beni denize doğru sürüklemeye çalışıyor. Onunla ilk gecemizin sabahında içimde biriken, büyüyen ve kalbimi acıtan korku şimdi içimde yeniden belirmeye başladı. Zaman, hangi zaman ve bu zaman beni de bu şehrin sokakları kadar mı değiştirdi? Belki aitlik hissindendir ya da serüvenlerin sonu belirsizdir, bilinmeyen bir yaşam öyküsünün hep yazılmış karakterlerinin bu gezegenden bir yolunu bulup gitmek isteyişindendir. İçimdeki çekip gitmek isteği bundan mı kaynaklanıyor; yoksa aklımın dip köşesine saplanan inatçı bir anı mıdır beni rahatsız eden? İnsan,hatıralarından rahatsızlık duymadan yaşıyorsa kendisini bir bakıma suçlu hissedebiliyor.
Ellerim ceplerimde, Kadıköy’ün yokuş yukarı sokaklarına yürümekteyim. Yürürken anılar beliriyor gözümde: Yel değirmeni de o gittiğinden beri çok değişti. Mustafa’nın evinde sobanın önünde ısınmaya çalışırdık. Elimizde birer fincan kahve… Yerler toz içinde, mutfak desen sorma gitsin. Belki her şey yerli yerinde olmuş olsaydı çoktan unutmuş olacaktım. Gecenin ilerleyen saatlerinde biz gitmek isteyince Mustafa “Gitmeyin!” diye diretirdi. Orada kalırdık. Zaten kalacak başka bir yerimiz de yoktu. Ev soğuktu, içimiz sıcacık.
Ertesi gün erken uyanırdık ve geç kalkardık yataktan. Yatağın içinden çıkmak iyi bir fikir gibi gelmezdi. Hayat, yatağın sıcaklığını yitirmemek olmalı. Hayat, başka neler olmalı ve neler olmamalı?
Yürümeye devam… Sokakta neler olmuş neler! Sağlı sollu kafeler, kimisinden caz şarkıların tınıları geliyor. Bitişik evlerin sokak kapılarının önünde taslar ve içinde kedi mamaları… Daha demin önünden geçtiğim bina bir tiyatro salonuymuş. Afiş dikkatimi çekiyor, tanıdık birileri var mı diye bakıyorum; ama yok. “Oyunlar artık nerelere taşınmış, onların da işi çok zor,” diye geçiyor aklımdan.
Devam ediyorum. Hava karardı bile. Zaten çoktan niyeti vardı bu kasvet haline. Belli ki canı sıkkın, bugünü erken bitirmek istiyor. Ara sokaklardan birisine giriyorum. Bir kafe seçiyorum onlarcasının içinden. İçeride güzel bir dekor hâkim. Profesyonel birisinin elinden çıktığı belli oluyor. Kafenin tasarımı beni ürkütmedi, “Hadi gel şöyle otur da biraz vakit geçir.” dercesine bir mekân burası. Tablolar hemen dikkatimi çekiyor: Her yerde görmesem olmaz, Küçük Prens, sarı saçlarıyla karşımdaki dikdörtgen tabloda. Birkaç tablo daha asılı, aslında sadece bir tanesi dikkatimi çekti. Fakat ona odaklanmıyorum şimdilik. Siyah çerçevelere göz ucuyla bakıyorum duvarın sol yanındaki, her biri farklı boyutlarda ve asimetrik şekilde asılmış duvara. On iki tane çerçeve bir buçuk metrelik bir alana sığdırılmış.
Paltomu çıkarıyorum, şapkamı masaya koyuyorum. Yavaş adımlarla yanıma yaklaşan garson daha mönüyü masaya koymadan “Filtre kahve, lütfen!” diyorum. Başıyla onaylıyor. Ellerimi masaya koyuyorum. Etrafa bakınmaya devam ediyorum. Yan masada önlerindeki notlara dalmış iki üniversite öğrencisi kız karşılıklı şekilde otuyor. Kızlardan bana sırtı dönük olanı çiçek desenli bir elbise giymiş. Kahverengi saçları omuzlarına dökülmüş. Önündeki sayfaya iyice eğilmiş ve kâğıda not tutmakta. Karşısında siyah saçlı, hafifçe kilolu olan diğer kız ise arkasına yaslanmış ve okudukları yüzünden sıkılmış gibi bir yüz ifadesi hâkim yüzünde. Önündeki kâğıda şöyle bir bakıp gözlerini arkadaşına odaklıyor ve ona laf atıyor: “Gerçekten şiirlerin çevrilmesi gerekli mi? Bu ne kadar doğru sence?” Kısa bir sessizlik oluyor. Çiçek desenli elbisesi olan kız, kısık bir ses tonuyla ve tereddütlü bir şekilde: “Belki gereklidir,” diyor. “En azından eserin ne anlattığı konusunda bir fikri oluyor insanların, bu şekilde daha fazla kişinin eseri anlayabilmesi sağlanabilir.” Ardından tekrar sessizlik hâkim oluyor. Siyah saçlı kız, çiçek desenli elbisesi olan kızın cevabından tatmin olmuş gibi durmuyor. Çantamdan kitabımı çıkarıyorum. Onları duymamak için okumaya odaklanmaya çalışıyorum. Filtre kahve geliyor. Bir yudum içiyorum, fakat kahve hiç de sıcak değil. Sırf bu yüzden dikkatim dağılıyor ve dikkatimin dağılması sinirimi bozuyor, içmekten ve okumaktan vazgeçiyorum. Hâlâ onları duyuyorum. Bu sefer çantamdan kulaklıklarımı çıkarıyorum ve kulağıma takıyorum her ikisini de.
Sağıma bakıyorum Duvarda kare bir tablo var. Kenarlarının bir buçuk metre olduğunu göz kararıyla tahmin ediyorum. Siyah ve beyaz renkte bir tablo… Bir uçan daire resmedilmiş. Uçan daireden beyaz bir ışık huzmesi yeryüzüne doğru çaprazlamasına iniyor. Ancak ışığın yeryüzüne indiği yerde sadece bir boşluk göze çarpıyor. Düşününce bir uzaylının buraya inmiş olabileceği ihtimali ya da orada bulunan Dünyamıza ait bir yaşam formunun uçan daireye çekilmiş olma ihtimali kafamı karıştırıyor. Hâlbuki yeterince basit bir çizim gibi duruyor. Ancak nasıl oluyor da bu kadar kafa karıştırıcı olabiliyor?
Resme bakarken resmedilen ışık huzmesinin sağa sola yavaş yavaş hareket ettiğini fark ediyorum. Göz ucuyla baktığım tabloya şimdi daha dikkatli bakmaya başlıyorum. Işık daha da hızlı hareket etmeye başlıyor, tablonun dışına taşıyor ve bana doğru yansımaya başlıyor. Masayı, paltomu, şapkamı, kitabımı, sandalyemi ve üzerindeki beni kendisine doğru çekiyor. Yavaş; ama kararlı bir şekilde tablonun içine doğru süzülüyoruz hep birlikte. Tablonun içinde buluyorum kendimi.
Yel değirmeninde bitişik apartmanların arasından siyah-beyaz resmedilmiş bir tablonun içerisine çekilmiş, kendi varoluşuna yeterince yabancı kalmış, aklı yarım yamalak çalışan bir tür olarak uçan dairenin tam altında, ışık huzmesinin odaklandığı yerdeyim; ışığın kaynağına bakan, fötr şapkalı, orta yaşında bir adam olarak artık resmin bir parçasıyım. Gözlerimi kapatıp dilek mi dilesem?
Gözlerim bir anda beyaz ışıkla doluyor. Kör olduğumu düşünürken karşımda iki siluet beliriyor. Pek de yabancı gibi gözükmüyorlar. İkisinin de iri, siyah gözleri var. Kolları ve bacakları incecik… Omuzları dar, başları ise vücutlarına göre oldukça büyük. Başlarını hafifçe sağa sola yatırarak beni izliyorlar.
“Şu içime saplanan, seneler evvelinden tanıdık gelen kalp acısını geçirebilecek süper tıbbi bir çözümünüz olması gerekir herhalde,” diyorum gözlerimi hafifçe kısarak.“O kadar yolu gelmek için sadece bir uçan daire yapmış olduğunuzu düşünmek istemiyorum. Daha yararlı buluşlarınız da olmalı. Ama eğer ki, yok, biz sadece gözden bir anda kaybolabilecek hızda, sizin, tanımlayamayacağınız bir gök cismi diyeceğiniz tarzda bir buluş için senelerimizi heba ettik diyorsanız, peki! O da olur! Lakin sizden çokça ricam var. Sizin kim olduğunuzu çok iyi biliyorum, çocukluğumdan beri hem de. Sayın uzaylı bey ve türdeşi hanımefendi: Sizinle bir uzay yolculuğuna çıkmak niyetindeyim. Dünya’nın yağmuru, fırtınası eksik olmuyor. Anıları ise unutulacak gibi değil. Birbirimize aşk yalanları söylüyoruz. Bunların yalan olduğunu bile bile inanmayı tercih edip kendimizi uçurum kenarına buluveriyoruz. Sayın uzaylı bey ve hanımefendi. Şu an, burada, sizinle, şu muhteşem ötesi uçan dairenizle gelmek niyetindeyim. Beni kabul etmelisiniz, yanımda valizim de yok, ama ne yapalım? Çeke çeke sadece şu masa ve sandalyeyi çektiniz buraya. Size yük olacağımı zannetmiyorum. Eğer üzerimde bir takım bilimsel deneyler yapacaksanız bilin ki ben her zaman bilime inanmışımdır. Eğer canımı çok acıtmayacaksanız üzerimde istediğiniz kadar deney yapabilirsiniz. Size güveniyorum! Bugüne kadar bir uzaylının kötü olabileceğine hiç inanmadım. Ama şunu da belirtmem gerekir ki bugüne kadar sevdiğim insanın canımı yakabileceğine de inanmamıştım. Yani tahminleri iyi olan birisi değilim. Bu yüzden canımı yakarsanız lütfen kalbimden başlamayın. Bolca uyuşturucu veriniz, eğer ölecek gibi olursam bunu bir anda gerçekleştirmenizi rica ediyorum; çünkü sizinle gelmek istememin nedeni Dünya’da edindiğim yüklü acıdan kurtulmaktır. Bir başka Dünya’da acı duymak istemiyorum. Türünüz iyi midir acaba? Eğer gerçekten iyi canlılarsanız sizler sevmekten anlıyorsunuz demektir. Biz Dünyalılar bu işte pek de iyi değiliz. Belki bana da gerçekten doğru düzgün sevmenin nasıl bir şey olduğunu öğretirsiniz, sizin bilgeliğiniz sayesinde ben de diğerleri gibi beylik laflar etmekten kurtulurum herhalde. Sevgimle bir başkasının canını acıtmam böylece. Beni yeterince tanırsanız sanıyorum ki beni tekrar gezegenime getirmek isteyeceksiniz. Bunun olmasını hiç istemiyorum. Eğer buralarda zincir varsa kendimi zincirleyeceğim ve geri dönmemek için çığlıklar atmaya başlayacağım. Benzin gibi yanıcı maddelerinizin olmadığını zannediyorum. Kendimi o an yakmak isteyecek olsam da yapabilecek koşulum olmayacak, değil mi? Yüzüme iri gözlerinizi dikip bakmayın, sessiz sessiz karşımda durmayın. Lütfen, bir şeyler söyleyin! Biz Dünyadakiler çokça konuşup çokça boş laf ederiz. Bazılarımızın suskunluğuna bakmayın sakın, onlar bazılarına suskundur; ama aslında onlar da gevezenin önde gidenleridir. Kendi istediklerini bulduklarında açılır çeneleri. Bir süre onlara da çene çalarlar ve sonra susarlar, ardından başka bir başkasıyla çene çalmaya devam ederler ve bu böyle sürüp gider. Konuşamazsak yazarız biz, bir de bu var tabi. Mesela sizden ileri olmasın ama bizim de teknolojimiz var. Sizden yabancı olmasın ama bize de çok yabancı insanlar var. Biz o yabancılara ha bire derdimizi anlatmak isteriz elimizdeki ışıltılı ekranların camlarına dokunarak. Ne oldu! Şaştınız kaldınız! Hiç aklınıza gelmedi değil mi ışıltılı ekranlarla bizim de haberleşiyor olmamız? Bizi küçümsemeyin sayın uzaylı hanımefendi ve beyefendi. Bakın ne kadar da düşünceliyim. Şimdi de hanımefendiyi başa aldım. Neden? Çünkü bizde ırk ayrımı olduğu gibi cins ayrımı da vardır. Eğer sürekli sizlere beyefendi diye hitap edersem burada yaygara kopar. Toplum tarafından sevilmeyen insan olmak niyetinde değilim. Bu gibi şeyler pamuk ipliğine bağlıdır bizde. Çok sevildiğinizi düşündüğünüz o en yüksek anınızda bir anda kendinizi darağacında buluverirsiniz. Toplumun freni yoktur, durmaz, üzerinizden geçer gider. O yüzden bence biraz yolun kenarından yürümelisiniz Siz, asla kendi yüzünüzü göstermemelisiniz. Bunları size neden anlatmaktayım sayın uzaylı hanımefendi ve beyefendiler, sizler tablonun dışında kalmak niyetinde gibi bakıyorsunuz gözlerime. O iri gözlerinizi bir saniyeliğine de olsa benden ayırmadınız, beni dikkatle dinlediniz, açıkçası bu göz temasından korkuyorum. İnsanı içine çeker bir hali var gözlerinizin. Burada insanlar birbirine bakmaktan çekinir. Özellikle insanlar bu kadar uzun süre birbirine baktığında olay bile çıkabilir. Bir kafede oturuyordum. Yan masamdaki üniversiteli kızların yabancı şairlerin şiirlerinin çevirisinin yapılmasının ne kadar doğru olup olamayacağı üzerine pek de uzun olmayan yorumlarına kulak misafiri oldum. Bu kızlara çok dikkatli bakamadığımdan onları okuyucuya doğru düzgün tarif edemedim. Eğer bu iki üniversiteli kıza uzun uzun bakacak olsaydım, yüzü bana dönük olan, siyah saçlı olanı beni fark edecekti ve belki de o asık suratını daha da asacaktı. Sonra belki de arkadaşının kulağına “Şu karşıki tipsiz on beş dakikadır bizi kesiyor. Özellikle de senin vücudunun her detayını didik didik etti,” diyecekti. Çiçek desenli elbisesi olan kızın yüz şekli bir anda öfkeye bürünecekti ve bana öfke bir bakış attıktan sonra arkadaşına dönerek onun anlattıklarına yeniden kulak verecekti: “Böyleleri her yerde, bakma sen bunların masum göründüklerine. Asıl masum görünenleri tehlikeli olanları. Sinsi sinsi orada oturuyor. Bir de şu karşıdaki kare şeklindeki, siyah-beyaz olan tabloya bakıyor. Ne var bu kadar bakacak. Bir uçan daire resmedilmiş o kadar. Bundan ne mana çıkaracak?”. Diye de ekleyecekti. Dikkat ederseniz gözlerine bakmadığımı vurguluyorum. Kim bilir o zaman neler olacaktı?
“Bunları uydurduğumu düşünüyorsanız, haklısınız. Uydurdum. Uydurduğum için zaten sizin birazdan bana yapacağınız nazik yolculuk teklifinize ayna tutmaktayım. Haklısınız, benim gibi seçkin bir yolcuyu siz de hak ettiniz. Ancak görüyorsunuz ya, yeryüzü benim gibi bir yabaniyi hak etmiyor. Bizim gibileri çöp kutusuna atarlar. Atmaları gereken çöpleri ise ortalığa saçarlar. Benim gibi çok insan var burada, fakat cesaretleri yok, sesleri çıkmıyor, susuyorlar. Bazıları kendilerine bir yolcu gemisi seçti, denizlere açıldı. Bazılarının gemisi battı ve rıhtımda kayboldu. Birbirlerine rastladıklarında sadece fırtınadan söz edebildiler. Kaybettiklerini bulamayacak onlar, hepsinin yerlerini biliyorum. İsterseniz sizlerle onların yanına gidebiliriz, onlara rehber olabiliriz. Belki de kaybettiklerini bulabiliriz, ha ne dersiniz? Susmayın lütfen! Öyle bakmayın! Bir tepki gösterin. Daha önce söylemiştim. Bizler tepkiye muhtaç varlıklarız. Ümidi kolayca kırılan, kolayca vazgeçenleriz. Küçük hataları büyütürüz biz. Bağışlamak bizim için gurur kırıcıdır. Ölürüz belki; ama bağışlamayız. Bizden eksilir. Bizi parçalara böler, küçük düşürür. Montesquieu diye birisini tanımıştım. Hayır, yüz yüze değil, yazdığı eserlerden tanıdım kendisini. Hem onunla yüz yüze tanışmış olsaydım şu anda kemik yaşımı 2 asırdan fazla saymış olurdunuz. O, bizleri kitabında anlatmış. Tüm gururumuzun basit, toplumsal nedenlerinin olduğunu söylemiş. İnsanlar yazarlara inanmıyor saygı değer hanımefendi ve beyefendi. Kendi düşüncelerinin aksini iddia edenleri küçümsüyorlar. Hiçe indirgeyebiliyorlar. Size hiç hiçmişsiniz gibi davranan oldu mu? Varlığınızın aslında bir insanı ne mutlu ne de mutsuz etmesi gibi bir durumdan bahsediyorum. Böyle bir durumla karşılaşınız mı? Seni ne seviyorum ne de sevmiyorum, sana ne saygı duyuyorum ne de saygı duymuyorum. Kısacası: sen benim için bir hiçsin diyeniniz olmuyor mu? Eğer böyle hissetmişseniz yanılıyorsunuz. Hiçlik böyle bir şey değildir. Size karşı kayıtsızlıktır. Bunu kişisel gelişmişlik gibi görenlerimiz var aramızda. Açıkçası bu kadar mükemmel bir uzay aracı yapabilmişseniz eğer medeniyet anlamında da belki ilerlemiş olabileceğiniz ihtimali var. Tabi teknolojinizin böylesine ileri olması medeniyetinizin ilerlemiş olduğunu göstermez. Aksine bizim buralarda teknoloji az buçuk geçmiş senelere göre ilerledi. Ancak antik yunan dönemindeki medeniyetten daha geride değil miyiz? Umarım beni yanlış anlamıyorsunuzdur; size karşı yargılarım yok, sadece sizi tanımlamak istiyorum. Gideceğim yeri, karşılaşacağım tehditlerin neler olabileceğini bilmek istiyorum. Bazı günler uyandığımda kendimi bir tür korku filminde gibi hissediyorum. Korku filmi nedir biliyor musunuz? İnsanların kendi hayatlarını çekip sahnelediği ve onu birkaç saat boyunca izledikleri görüntülerdir. İnsanlar bazı olayları abartarak ya da abartmayarak bu görüntüleri kamera dedikleri bir cihazla kayıt altına alırlar. Bu kayıtların adına sahne denmektedir. Sonra toplu halde bu sahneleri bir salonda izlerler, bazıları evlerinde de izleyebiliyor.Genel olarak amaçları korkmaktır denilebilir. Kısacası korkmak için insanın kendisini izlemek… Öyleyse korkmak bir ihtiyaçtır. Bu korku ihtiyacı filmler dışında da sağlanabilir. Mesela daha demin söylemiş olduğum üzere hayatın kendisine bir tür korku filmi demiştim. Demek ki gerçekten bu bir tür ihtiyaçmış. Bu ihtiyacın farkında olanlar, bu ihtiyaca kişileri bağımlı hale getirebilir ve korkuyu toplumun damarlarına enjekte edebilir. Bence yeterince açık olmuştur anlatmaya çalıştığım. Sizlerin anlamış olduğunuz kesin, gözlerinizi hâlâ bir saniye bile üzerimden çekmediniz. Zaten bunları biliyorsunuz, değil mi? Ne çok şey biliyorsunuz ama(!) Ben ise… Ben ise bozuk bir plak gibi aynı şeyleri tekrar edip duruyorum. Bu kadar konuşmaya ne gerek var? Bazen insanlar tek cümleyle tüm vurguyu yapabiliyor, ben yapamıyorum. Beni artık aklı yarım olanlardan sayın öyleyse,”
İri gözlerini benden uzaklaştırıp birbirlerine bakmaya başladılar. Her ikisi de elips şeklindeki kafasını sağa doğru eğiyor, ardında vücutlarını birbirlerine dönüyor. Biri sağ, diğeri sol elini birbirlerine doğru uzatıyor. Bize göre işaret parmağı olarak tanımlayabileceğimiz parmaklarını birbirlerine doğru uzattıklarında dörder adet parmakları olduğunu fark ediyorum. Parmak uçları birbirine değiyor ve mavi bir ışık her ikisinin de parmak uçlarında pırıldamaya başlıyor. Birbirine uyumlu, sakin bir melodi duymaya başlıyorum. Parmak uçlarındaki ışık gitgide çoğalmaya ve büyümeye başlıyor. Belimin sol tarafından yavaşça bedenime dolanıyor. Gövdemi adeta dev bir anakonda sarmış gibi. O anda ışığın sıcaklığını hissetmeye başlıyorum, yavaş bir şekilde boynuma dolanıyor. Boğazımı sıkmaya başlıyor. Yine de nefes alabiliyorum. Kalbim hızla çarpıyor. Işığın bedenimde gittikçe büyüdüğünü ve belimden bacaklarıma doğru dolandığını, gitgide daha da çok sıktığını hissediyorum. Kalbim yerinden sökülecekmişçesine çarpmaya devam ediyor. Gözlerimi sımsıkı kapatıyorum. Avuçlarımı sıkıyorum. Bağırmak istiyorum; ancak ağzımı açtığımdan nefes alamamaktan korkuyorum ve inlemeye başlıyorum. Gözlerimden yaşlar akmaya başlıyor. Ardından hıçkırmaya başlıyorum. Daha önce böyle hıçkırdığım anlar aklıma geliyor ve o anda acınası halimi düşündükçe kaçınılmaz sonun gözyaşlarının içine saklandığını endişesine kapılıyorum.
Yerden birkaç metre yükseliyorum ve zemine yatay bir durumda kalıyorum. Işık bedenimde dolaşmaya devam ediyor. İki yabancı sağ ve sol yanımdan bana yaklaşıyorlar. Birisi alnıma elini koyuyor, diğer kalbime. Bu sefer bedenimde bir tür rahatlama hissediyorum. Gözlerim sonuna kadar açılıyor, tekrar aynı melodileri duymaya başlıyorum, bu melodiyi bir yerden hatırlıyorum: Portishead’in Mysterons’undaki sesler bunlar. Kulaklıklarım… Sesler ve görüntüler birbirine karışmaya başlıyor. Artık etrafı göremez hale geliyorum. Görüntü bulanıyor ve ekran yavaş yavaş kararıyor. Ve sonrasında, evet, artık tamamen karanlığa bürünüyorum. Etrafı yokluyorum boşluğun içinde. Elime şapkam ilişiyor. İçim bir anda ısınıyor, ardından titremeye başlıyorum. Tamamen çırılçıplak kaldığımı anlıyorum; ancak hissettiklerim üzerimi örtüyor. Hissettiklerimle karanlığın derinliklerinde kamufle oluyorum. Sesler gittikçe azalmaya başlıyor. İleride bir ışık görebilir miyim diye gözlerimi kısıyorum. Hiçbir görüntü yok karşımda. Gelecek gibi de gözükmüyor. Hayallerimi düşünüyorum, anılarımı. Sevdiğim kadını… Ancak yüzü bir türlü gözlerimin önüne gelmiyor. Üşüdüğümüz o kış gecesini, içim titriyor; ancak yine de aklımın kuytusunda dolaşsam da, derine inmeye çaba harcasam da nafile, ulaşamıyorum ona. Çekip gitmiş, anıları silmiş, silinmiş ve sessizliğin tanımlanmış olduğu hale bürünmüş. Sesini anımsamak istiyorum çaresizce. Artık sessiz. Kokusunu duymak istiyorum tekrar, caddede yürürken bir kadının peşine takıldığım günü anımsıyorum “Onun kokusu bu!” demiştim caddenin orta yerinde. O anda aklımın her yerinde, tüm anıların canlandığı ve acı ve arzuyla bu kokuyu takip etmiştim. Gidebildiğim yere kadar bu anıyı yaşayacak, sonra yolum çıkmaz sokağa varacak ve onun kokusuna yine veda edecektim. Vedadan nefret… Yeniden nefret edecektim. Kokusunu anımsayamıyorum. Derin bir nefes çekiyorum içime; ancak içime dolan sadece karanlığın kendisi. Oturduğum yerde dizlerimi karnıma doğru çekiyorum, kollarımı bacaklarıma sarıyorum, alnımı dizlerime yaslıyorum. Gözyaşları akmaya başlıyor istemlice.
“Merhaba, daha önce yazmış olduğum gibi tekrar karanlığın içinden yazıyorum. Sevgilerle!
Geçmişte bulunduğum yerden kalkıp başka bir odaya geçtim. Bu odada sizlerle birlikte kısa karelere hayat verdim. Filmin eksik olan taraflarını her birinizle tekrarladım, sahneleri defalarca çektim. Montajladım, kopan film bantlarını yapıştırdım, bazı sahneleri kestim, biçtim ve sonunda öncekinin aksine yenilenmek isterken kendimi aynı yerin ortasında buluverdim.
Bu kez mum ışığından faydalanamıyorum maalesef. İçimde biriken, harmanlanmış, kurutulmuş, tütsülenmiş, mumyalanmış beden artıklarıyla gecenin ya da gündüzün, tarif edemediğim zaman diliminin herhangi bir yerinden sizlere yazıyorum. Bir kafede, oturduğum yerde, bir tabloya bakıyorken kırmızı kan hücrelerimin azalması veya hemoglobin eksikliği nedeniyle ortaya çıkan anemi nedeniyle olduğum yere yığılıp kaldım kulağımdaki kulaklıklarla. Tüm bu olup bitenden sonra size bu notları ulaştırabileceğimi ummak aptallıktan öteye gitmez. Şu anda yoğun bakım ünitesindeyim. Bazen damarlarımın iğneyle deşildiğini hissediyorum. Hemşirenin bilincimin kapalı olduğuna yönelik doktora vermiş olduğu bilgilendirme sonrasında doktorun birkaç kontrolün ardından bu bilgilendirmeyi doğruladığını söylemem gerekiyor ne yazık ki. Dehşetle dinledim kendilerini. Sevdiklerim, tamamen yasak olmasına rağmen odanın içerisine alındı. Annemin hıçkırdığını duydum. Babam telkin ediyordu onu, tüm sesleri işittim. Birkaç arkadaşım yoğun bakım ünitesinin önünde telaşla bekliyormuş. Kulak misafiri oldum. Gerçekten elimden gelenin en iyisini yapabilmek isterdim. Yataktan kalkmak ve sizlere hikâyeler anlatabilmeyi çok isterdim; fakat anlatacağım hikâyeler sizin ilgiyle dinleyeceklerinizden olmayabilirdi diye düşünüyorum şu anda. Bazen böyle şeyler düşündüğüm zamanlar vardır. Başka şeylerden konuşurduk öyleyse. Ancak konuştuklarım da size tat vermezdi gibime geliyor. İçinizden birinin elini tutmak isteyebilirdim. Bunu çok isterdim. Mesela, yeniden bir aile olabilmek gibi… Biraz daha normal davranabilmek… Her neyse! Tüm bunlara zaten çokça canınız sıkıldı. Yaşadığınız hayatın içerisinde yeterince dram varken bir de üzerine buna üzülmenizi istiyorum mu sanıyorsunuz? Şaşırın öyleyse:İstiyorum, evet! Biraz da buna üzülün! Bencilik ve zalimliğin ta kendisidir bu, ne olacaktı sanki ben de sizlerden birisi değil miyim? Kendinizi böyle görmek istemezsiniz diye unuttuklarınızı size hatırlatacak değilim, zaten yeterince unutkan bir türüz.Unutacaksınız, yerini başka acılarınız dolduracak. Aradan kısa bir zaman geçecek. Belki hayat ünitesine bağlı olacağım, belki olmayacağım, bilinmez. İçinde bulunduğum komanın karanlık yüzeyinde sessizliğin, derinliğin bir parçası olacağım. Karanlık sayfalara ateşten harfler yazacağım. Karanlık, harflerimi teker teker söndürecek. Paramız yettiği kadar hastanenin soğuk bir odasında nefes alacağım ve bu da çok uzun bir süre olmayacak gibi gözüküyor. Ancak bu karanlıkta ateşten harflerin aydınlığa öykünüyor oluşunu karanlığa çekildiğinde duyumsayacak bazılarınız. Çünkü ekseriyetiyle sözcükler ardında birbiriyle uyumlu sesler bırakır, melodiler ve küçük, unutulacak eserler…”
Yeşil çizgi zikzaklarına son verdi. Artık o ince ve düz bir hal almıştı.
                                                                                         Yazar: Cüneyt Özkurt
Öykü Seçkisi, Uçan Daire Temalı Öyküler, Sayı:126

Hisler, Anılar, Acılar


Salonun sol köşesinde bir somyanın üzerindeki kirli, mavi nevresimin üzerinde turuncu battaniye duvar kenarına toplaşmış. Yatağın üzerinde iki yastıktan kahverengi olanın ortası çukurlaşmış, sarı olanı ise her iki ucundan bastırılmış halde onu sabahtan akşama kadar bekleyecek gibi gözüküyor. Bu seferki uyku daha uzun sürecek gibi, uzun zamandır uyuyamadı. Tek nefes daha sigarasından çekti ve gri hırkasının içine gömüldü pencerenin önünde.

Dışarıda sokak kedilerinden başka bir şey gözükmüyordu. Bir araba sokağın başında belirdi ve park edecek bir köşe aradı. Fakat nafile, gecenin saat 2’sinde bu sokak, bir üst sokak ve bütün bu sokaklarda yer bulabilmek neredeyse imkânsızdır. “Bir otopark bulsa ya da arabayı sokağın ortasında bıraksa, ardından çekip gitse,” diye içinden geçirdi. Sandalyesine oturdu ve çöp kutusunun üzerinde mahalleye efelik eden siyah beyaz kedinin mırıltılarını dinledi. Kendisine meydan okuyan sarmanın yerinden kıpırdamadığını gören siyah beyaz kedi mırıltılarının ardından sarmana saldırıp yüzünü kanattı. Çığlıklar içinde oradan kaçan sarman diretmesinin güdüsel bir hareket olduğunun farkına varamazdı tabii ki. Aynı hatayı tekrar tekrar yapacak bir yaratılışa sahip ne de olsa. Yüzünün kanıyor olması hiç de önemli değildi. “Önemli olan: sonuç ne olursa olsun yerinden kımıldamamak,” diye geçirdi içinden bu defa. Odaya çevirdi kafasını, karanlıkta seçilemeyen eşyalara anlamsızca baktı. Sağ tarafında tepe taklak duran bir sehpa, üç şişe bira kutusu, dolup taşmış kül tablası, somyanın altına yanlamasına girmiş köşeleri yırtık kırmızı halı, duvarda asılı yana eğilmiş Jim Morrison posteri, çerçevelerinin camları orta yerinden kırılmış yerde yatan iki adet teknik üniversite diploması; şimdi hepsi ona, onun onlara baktığı gibi anlamsızca bakıyordu adeta. Odanın en uç köşesinde ayaklıkta sapasağlam duran Fender marka bass gitar ise ona küsmüş gibiydi. Peavey marka bass amfisi mavi bir kabloyla gitara bağlıydı, amfinin ve gitarın üzeri iyice tozlanmış, gitarın telleri ise rutubetten küflenmişti. Yine de yıllara meydan okuyordu bu ikili. Üzerlerine işlemiş toz; sahne tozuyla karışmış gerçeğin, hayatın tozuydu. “Yine de orada, her şeye rağmen sapasağlamlar işte!” dedi mırıldanarak. O esnada dışarıda bir gümbürtü koptu. Ağzı yüreğine geldi. Turuncu, kendisine iki beden büyük pijamasını dizlerinden yukarıya doğru çekti, yerinde doğruldu ve pencereden dışarıya baktı meraklı gözlerle. Kedi, çöp kutusunun kapağını yanlışlıkla düşürmüş ve kapatmış, şimdi kendisi de konteynerin içindeki yemek artıklarından mahrum kalmıştı. Kendi neden olduğu gürültüden korkup beyaz, yeni kasa, hatchback aracın altına saklandı. Karşı binanın önünde duran kırmızı külüstürün üstündeki sarman o ise o sırada patisini yalıyor ve yüzündeki kanı temizliyordu.
Etrafı izlemeye devam etti. Binanın üçüncü katından görebileceği bundan ibaretti; ama yine de ilginç bir şeyler görürüm umuduyla mıdır nedir çevreye bakmaya devam etti. Bu sefer ilk görüntülerin tam aksi istikamete baktı. Karşıdan gelen bir kişi gözüne ilişti. Penceredeki buharı sildi, su damlaları düzensizce camdan aşağıya doğru kaydı gitti. Karşıdaki gölgenin aslında bir kişiye ait olmadığını iki kişiye ait olduğunu anladı. Onun onları seçemeyeceği kadar uzakta durdu ikili. Dar sokağın köşe başında, yolun ortasındaki servinin tam karşısındaydılar. Birbirlerine sokuldular. Kadın, adamın yüzünü avuçlarına aldı. Adam, kadının beline ilişti. Ve küçük, şefkatli bir öpücük kondurdu kadın adamın dudaklarına. Adam, olduğu yerden geriye doğru iki adım attı, kadın da adama doğru adımlarını yöneltti. Kaldırımın gerisindeki binaya yaslandı adam. Kadın, adamın yüzünü tekrar kendine doğru çekti ve bu sefer şehvetli bir şekilde öpmeye başladı. Adam ise kadının beline olabildiğince sarılmış ve vücudunu kendine doğru çekmişti. Bedenleri sokağın ortasında bir bütündü. Birbirine iç içe geçmiş iki ağaç gibiydiler ya da birbirine yaslanmış iki taş sütun.
Sigarasından bir nefes daha çekti. Pencereden bir adım geriye çekilip yansımasını seyretti. Karanlıkta detaylar öylesine saklanmıştı ki bir an için kendisini güzel buldu. Daha sonra daha dikkatli bakmaya başladı penceredeki yansımasına. Baktıkça kendisine olan sevgisi hayranlığa büründü. Bir an için tabloda saklı olan değil, pencerenin aksinde saklanmış nevi şahsına münhasır bir yaratılış olduğunu zannetti. Ardından okuduğu, pek bir şey anlamadığı herhangi bir Oscar Wilde romanı karakteri olabileceğini hayal etti. Cama bir adım yaklaştı ve alnını cama yasladı. Gözlerini kapatıp geçmişi düşündü. Aklına gelen ilk güzel anının sonunu düşündüğünde beyninde şimşekler çaktı. Başını iki yana salladı ve başka bir anıyı düşünmek istedi. Yine sonunu düşünüp yine acı içine gömüldü. Daha iyisini yapabilirim umuduyla anı sandığını karıştırmaya devam etti. Devam ettikçe içinde zehirli sonlar birikmiş olduğunu, bu geçmişin hiçbir yerinde doğru düzgün bir anıya rastlayamayacağına kanaat getirdi. En iyisi düşünmemekti, ancak düşünmemek için şartlar hiç de elverişli değildi. Son birkaç senede fazladan aldığı kilolar vücudunu hantallaştırmıştı. Saçları uzamış, yer yer dökülmüş ve beyazlamıştı. Kalbi tekliyordu. Çoğu zaman panik atak nöbetleri geçiriyordu. Kalbine bir mızrak saplanmışçasına nefes almasını engelleyen bu yeni edindiği sancı onu kahrediyordu ve bu mızrak olası birçok acıyla bedenini deşip geçecek güçteydi sanki. “Bu da bir sanrı mı acaba?” diye düşündü.
Üstündeki kıyafet ter ve küf kokuyordu. Sakalları neredeyse üç parmak uzunluğuna ulaşmıştı. Gözünden birkaç damla yaş aktı. Sevdiği işini yapamaz haldeydi, notalardan uzaklaşmıştı. Parmakları bir zamanlar gitarının üzerinde dans ediyordu. Sevdiği kadın onu parmaklarından öperdi.
Bazı geceler çıktığı sahnede insanlar sadece onu seyretmek için gelirdi. Sahnenin arkasında kendisine bir yer seçer ve müziğin meltemiyle mekândakilerin kollarına, boyunlarına, saçlarına dolanırdı çaldığı her notayla. Gözlerini kapatır ve ritimle dans ederdi. Şarkı sözleri aşkla karışarak her bir dinleyicinin sesine bürünüp yenilenirdi. Şarkı bitiminde içkisinden bir yudum alırdı ve dinleyiciye küçük bir selam kondururdu, sevgilisine ise bir öpücük.
Ufak bir stüdyosu vardı sinemanın hemen karşı binasında. Yokuştan inerken sağ tarafta görürdünüz mavi tabelasını. Stüdyonun ismini kedisinden ilham almıştı. Geçen sene kanserden öldü yaşlı kedisi. Stüdyonun bir takım sıkıntılarından kapanmasına dayanamamıştı belki o da. “Hadi canım, o kadar da değil!” demeyin, nereden bilebilirsiniz ki hem?
Sekiz senedir yalnız yaşıyordu bu köhne evin duvarları arasında. Çocuk gibi âşık olmuştu koca yaşına rağmen yine bir kadına. -Beni yine kınar gibisiniz sevgili okuyucu, çocuk gibi tabi, daha ne olacaktı?- Ona küçük, beyaz çiçekler topluyordu apartmanının arka bahçesinden, bunların papatya olmadığını biliyordu. Neydi bu çiçekler, kim bilir? Sadece küçük ve beyazlardı, o kadar, “Belki isimsiz bir çiçektir. Hiç kimse bu nadir çiçeğe bir isim verecek kadar yakından bakmamıştır. Onu keşfetmemiştir. Benim arka bahçemde benim onları keşfetmem için yetişmişler. Belki de başka hiçbir kişinin arka bahçesinde böyle bir çiçek yoktur.” İşte bunlar onun aklından geçenlerdi. Nereden mi biliyorum, tabii ki kendisi anlatmıştı geçenlerde. Saat 11’i geçiyordu. Yorgundu. “Bir kahve söyler misin bana, yanımda hiç param kalmadı, sana mahcubum. Geçen sefer de sen ödemiştin hesabı,” demişti. İkişer kahve içtik. İşte o zaman anlatmıştı arka bahçesindeki küçük, beyaz çiçekleri bana. Masaya kapanıp ağlamaya başladı. “Ne olur bana yardım et!” dedi. “Ne oldu?” diye sordum. Onun için küçük, beyaz çiçekler topladığı sevdiği kadın seneler evvel onu terk etmiş. Onun stüdyosuna gelen bir şarkıcıya kapılmış kadın, onunla beraber olmuş ve öylece çekip gitmiş. Gittikten bir süre sonra kızın intihar ettiği haberini almış, aniden olmuş bu. O günden bugüne kendini toparlayamamış. Müzik susmuş, gitar köşede terk edilmiş bir halde. Telleri rutubetten paslı, yatak karman çorman, aynadaki akis gittikçe yok oluyor.
“Ne oldu? Hadi anlat, ben varım, buradayım. Dinliyorum. Çözeceğiz,” dedim. Gözlerini sildi ellerinin tersiyle. Cebinden bir not defteri çıkardı. Kalp şeklinde bir not defteri… Yeniden bir kadına âşık olduğunu söyledi. Kafede çalışıyormuş sevdiği. Bazen ona selam veriyormuş. Saçları kısaymış kızın, şirin bir yüzü varmış, ses tonu en sevdiği şarkıymış onun için. O güldüğü zaman dünya çiçeklere bürünüyormuş, gökyüzü pespembe ve sanki o da o bembeyaz bulutlara doğru yükseliyormuş. Ondan oldukça genç bir kadınmış bu anlattığı. Arada bir kısa sohbetleri oluyormuş; ancak derdini anlatamıyormuş. Cebindeki deftere “Beni seviyorsan -evet- sevmiyorsan -hayır- yaz,” diye yazmış. “Bu defteri ona vereceğim. Sonra o da buraya “evet” ya da “hayır” yazacak”, dedi, “Beni seviyorsa bu defteri bana geri verecektir,” dedi sessiz bir şekilde, başını öne eğmişti. Bir şey diyemedim. Yüzünü ellerine kapattı. “Onu düşünüyorum her gün, her an. Ama ben tamamen yok oluyorum. Siliniyorum. Biliyor musun hiç kimse kalmadı hayatımda, herkes birer birer yok oldu onunla beraber. Her şeyimi kaybettim ben, ama işte görüyorsun hâlâ çocuk gibiyim. Kırk beş yaşında bir çocuk. Yirmi dört yaşındaki bir kadının karşısına hangi cesaretle çıkacağım, ne anlatacağım ona, onu dahi bilemiyorum. Her gün kafenin önünden geçiyorum onu görebilmek için. Bazen gidip orada birkaç saat geçiriyorum, son paramı verip oradan ayrılıyorum. Bana, “Nasılsın?” dediğine ne diyeceğimi bilemiyorum. Konuşamadım onunla, arkadaş bile olamadım. Sadece, “Merhaba,” diyebiliyorum. Ama bana öyle güzel merhaba diyor ki, belki de o da… Belki o da… Ha bir de beş saniyeyi geçmeyen hal hatır sormalarımız var işte,” sözcükler devam edemedi, öylece tıkandı boğazında. Fincanı masanın üzerine bıraktı, masaya kapandı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir de benden özür diledi buna gerek olmadığı halde. “Lütfen bana yardım et, lütfen!” dedi yüzünü kapattığı kollarının arasından.
Hisler, anılar, acılar tüm vücudunu tekrar sardı. Başını yasladığı pencereden sokağa baktı son kez. Sokak ortasında birbirine kenetlenen sevgililer birbirlerinin yüzlerinden küçük bir an için çekildiler. Kadının yüzüne sokak lambasının sarı ışığı yansıdı. Kafedeki kısa saçlı kızın elleri hâlâ sevgilisinin yüzündeydi. Gözlerini kapattı ve sevgilisini aşkla tekrar öptü. Apartmanın 3. katında pencerenin arkasındaki adama doğru hızla yaklaşan bir mızrak adamın kalbini deldi geçti. Elindeki küçük, beyaz çiçekler kalbinden damlayan kanla ıslanan ahşap zemine düştü. Artık bunu hepiniz biliyorsunuz.
                                                                                                                      Yazar: Cüneyt Özkurt
Öykü Seçkisi, Mızrak Temalı Öyküler, Sayı:125

Burgazada'ya

Yine olası sakin günlerden birisi… Saat akşamüzeri 7. Vapur Kadıköy İskelesi’ne 15 dakika gecikmeli de olsa yanaşıyor. İnsanların yüzlerine bakmak istemiyorum. Her günkü şu asık suratlı vergi memuru belli ki demir kapının sol tarafında dikiliyordur, şeytan görsün yüzünü. Üniversiteli öğrenciler ellerindeki telefonlara dalıp, ekranları aşağı yukarı kaydırarak vakit geçiriyorlardır her zamanki gibi. Birkaç kere, birkaç arkadaşın zoruyla izlediğim, hiç de komik bulmadığım o videoları izleyip yerli yersiz gülmeye başlayacaklardır birazdan. Alıştım artık. İşten çıkıp ada hayatına geri dönecek olan zavallı emsallerimle burada yoğunluğu oluşturuyoruz. Yine aynı günü yaşıyoruz; aylardan yine aralık, yine aynı vapur, yine boğaz ve gün battı bile çoktan.

Vapur, yanaştığında aceleyle içeriye itilerek, üst kata kadar bir bulut misali, bir insan rüzgârına kapılarak yerimi bulacağım. Belki, biraz daha kararacak ve muhtemelen lağım kokan bir zemine damlayacağım. Ancak bu şekilde su birikintilerine karışarak Afrikalı bir zencinin bağırsaklarına karışıp bir baobab ağacının köklerinin bir kısmını kurutacağım. Dolaylı bir şekilde de olsa yağmur olmak bile zararlı olacak gibi gözüküyor şimdilik.

Neyse ki dediğim şekilde vapurun üst katına istemsizce yol alıyorum. Kantindeki tost makinesinden ağır yağ kokusu geliyor. Yerime oturur oturmaz beş kişinin kantin önünde kuyruk oluşturduğunu görüyorum. “Eğer o beş kişi olmasaydı kendime bir çay söylerdim.” diye iç geçiriyorum. Sonra kuyruktaki kalabalığın arttığını görünce “Dokuz bardak çay günde neyine?” diyerek kalabalığı izlemekten vazgeçiyorum. Karşımda oturan kumral kadın da telefonuyla meşgul… Bazen gülümsüyor, bazense kaşlarını çatarak parmaklarını hızlıca ekranda hareket ettiriyor. Eğer yüzünü biraz daha kaldırsaydı belki yüz hatlarını size daha detaylı anlatabilirdim. Eğer gözlerimin içine bakabilseydi ona selam da verebilirdim, belki aramızda bir sohbet başlardı, kısaca kendimizden bahsederdik. Biraz o yalan söylerdi, baktım ki o iyice tutturdu yalanı ben de sıralardım peşi sıra.

Hiç kazanmadığım başarılarımdan söz ederdim bolca, birkaç sene önce nerede ve nasıl, ne kadar birinci olduğumu. Asla sonunculuklarımdan bahsetmem. Kız çok hoş tabii… Neden bahsedeyim ki? Aslında mevkii sahibi olduğumu, toplu taşımayı pek ender kullandığımı, bir arkadaşımın ısrarı üzerine Burgazada’ya gittiğimi ve mecburen vapura teşrif ettiğimi söyleyebilirim. Muhtemelen onun gözünde oldukça sevimsiz gözükeceğim, ama olsun! Ne kadar yalan da olsa ve bu yalan ne kadar sevimsiz de gözükse gururlu hissedeceğim küçük bir an için, bu küçük an için yalancı bir dünya yaratmış olacağım kendime. Belki gece yatmadan önce, belki aynı saatte yarın yine karşılaşırım onunla diye hayal ederim, belli mi olur. Ama bir saniye! Sonra beni bir korku saracak gibi şöyle bir bakınca. Ya bundan sonra hep onunla karşılaşırsam? Hep aynı saatte, aynı vapurda, aynı yerde karşılaşırsak ve bir gün bu söylediğim ilk yalan ortaya çıkarsa? O zaman ne olacak? Ya bu kadınla gerçek bir dostluk kurarsam, ya bir gün bu dostluk bir sevdaya dönüşürse? Ya o severse ve ben sevemezsem? Ya da, ya ben seversem o sevemezse? Ya da bunların hepsinden başka: ya daha önce onunla karşılaşmışsam? Ya ona söylediğim yalan aslında ona söylediğim onlarca yalandan bir tanesiyse, ben hatırlayamıyorsam ve tüm yalanlarım çoktan apaçık gün yüzüne çıkmışsa?

Belki de, karşısında oturduğum kahverengi mantolu bu kadının gözleri, bu yüzden pür dikkat telefonundadır. Yüzümü bile görmek istemiyor gibi, baksana! Belki de başka yalanları unutma seanslarından bir tanesinde deniz yolculuğunu tamamlamak üzeredir. Aman ne yaparsa yapsın, onun da canı cehenneme! Yolu yarıladık mı acaba?

Kuyruk dağılmış gibi gözüküyor. Gidip bir çay alabilirim. Yerimden kalktığım anda bir başkası yerime çörekleniyor. “Asla oradan kalkmamalıydım!” diye bu sefer geçiyor aklımdan; çünkü bu sefer de ayakta kalmak zorundayım. Kantine yaklaşıyorum, görevli yüzüme anlamsızca bakıyor, konuşmaktan bıkmış, gözleriyle soru sorabiliyor.

-İki çay lütfen! Diyorum, birisi açık…

Hızlı bir şekilde bardakları dolduruyor. Karşımda oturan ihtiyarın yanına yanaşıyorum.

-İyi akşamlar amcacım! Diyorum. Gülümsüyor.

-İyi akşamlar evladım!

-İçerisi pek soğuk, camlardan birisi kapanmamış, çay alıyordum, size de bir tane getirmek istedim. İçimiz ısınır.   

-Ah evladım ne zahmet ettin. Bu devirde kim kime böyle ikramda bulunuyor, kim kimi düşünüyor Allah aşkına!

-Bilmem ki amcacım, öyle mi gerçekten?

-Öyle, öyle!

İhtiyar bardağı ağzına götürüyor. Bir yandan eskilerden bahsediyor, torunundan. İlkokula gidiyormuş torunu. Geçenlerde ona bir kitap almış.

-Şu Carlo Collodi’nin eseri,” dedi, Yalan söyledikçe burnu uzayan bir kukla vardı ya, bilir misin?

-Tabii bilirim amcacım, o biraz bana benzer,

-Hay Allah neden sana benzesin evladım?

-Bilmem ki, 

(Ne kadar da çok bilemiyorum!) aslında her insan gibi deseydim daha mı doğru olacaktı? Yalana meraklıyız biraz, attığımız yalanlara kendimiz bile inanmıyoruz. Burnumuz büyümüyor olabilir; ama yalanlar büyüyor, bir dağ oluyor. Sonra o yalanların içinde, bir de bakmışız ki uydurulan her yalan, bizden bir parça çalmış. Kendimizi aynaların içinde bile bulamaz olmuşuz.

-Evladım, yalan dediğin insanların kendine ettiği bir kötülük. Bugüne kadar hiçbir yalancının mutlu olduğunu görmedim ben. Ama kesin konuşmak da iyi bir şey değildir.

-Sen çok yaşa amcacım! Torunun okudu mu kitabı peki? Geppetto’yu sevdi mi bari?

-Yok evladım! Elini bile sürmedi kitaba. Elinde telefon var ya orada izlerim ben bunu dedi, attı kenara gitti.

-Ah be amcacım! Hiç yerini tutar mı kitabın yerini Allah aşkına.

-Eh, nereden bilecek bacak kadar çocuk. Renkli renkli ya bu ekranlar, daha çok ilgisini çekiyor tabii… Ee! Sen evli misin? Var mı çoluğun çocuğun falan? 

Konunun buraya gelip çatacağı belliydi, kendime tuzak kurmakta üstüme yok. Dosta da ihtiyacım yok, düşmana da… Hepsi kendi üretimim... Aklım yine o kadına kaydı gitti:

-Yok, amcacım! Sıra gelemedi bir türlü.

-Neden evladım? Bir hayat arkadaşına herkesin ihtiyacı var.

-Belki bir gün olur.

Fazlaca “belkilerim” olduğunu bu kısa sohbetten sonra anlamış bulunmaktayım.

Fazla uzatmamam gerekiyor konuyu. Vapur, Burgazada’ya da varmak üzere. Amcaya veda ediyorum ve merdivenlerden yavaş adımlarla iniyorum. Konuşurken vapurda kimselerin kalmadığını fark etmemişim. Kınalı’da çok kişi inmiş. Adaya ayak basıyorum. Poyraz, yüzüme vuruyor, içim üşüyor, paltomun yakasını kaldırıp bir kaplumbağa gibi paltomun içine başımı gizliyorum. İskele, buz gibi… Düşüncelerim rüzgârla beraber donmuş. Cennet Bahçesi’ne doğru yürürüm diye düşünüyorum. Yoksa kahvehaneye mi uğrasam diye aklımı çeliyor soğuk. Selim Abiler oradadır. Biraz yanlarında otururum. Ama içerisi sigara dumanından göz gözü görmüyordur şimdi, hani yasaktı bu mereti içeride içmek, kimsenin umurundaydı sanki yasak,  diye aklımdan geçiriyorum. Aklımı dinliyorum yürürken: Ne gerek var şimdi? Boş ver! Eve dön! Defterini aç, birkaç işe yaramaz sözcük karala, sil, sayfayı yırt. Bir fincan kahve iç. Ertesi gün yine bir türlü sevemediğin şehrin kalabalığına karış. İskeleye dön. Bundan birkaç yıl evvelini hatırla. Büyük bir hevesle kaçtığın adada yalnızlığınla karşılıklı iskambil oyna. Sigmund Freud’un bayağılığını Carl Gustav Jung’dan dinle, kendine arkaik birkaç arkadaş bul. Onların hikâyelerini dinle. Konuşunca pek özel hissetmezsen belki dinleyerek istediğini hissedebilirsin. Tarihten ders al ve yine aynı hataları tekrar et. Sonra hatalarına bakıp kendine zayıflığını bahane et. Güzel yalanlar bunlar, çok güzel!

Güzel sözler söyleyerek kendine iltifat topla ve yalancı methiyelere kendini kurban et. En sevdiğini gizle, en sevmediğine kendini armağan et. Ellerine batan dikenlerden aldığın hazla gülümse ve avcunu daha da sık. Poyraz, ve deniz, ve İstanbul, bazı şairler, birkaç düşünür, yeni yetme caz sanatçıları, meyhaneler, ortalık yerde sevişenler, hızla edindiğin kalp kırıklıkları, yeni edindiğin kalp çarpıntıları, epistemolojik hassaslıklar, uçarı düşünceler, apolitik genç fikirler karşısındaki hem mahcup hem kibirli siyaset simsarları, tuvaletten gelen tuhaf sesler… Görüntüyü bozmadan değiştirilebilmek için ustana yalvarıp, zihninin kuklasına biraz dayatıp bıçak zoruyla söylettiğin yalanlarına, burnuna sabitlediğin bıçağa ve “Hadi haykır yalanlarını zalim dünya!” diyerek meydan okurcasına karşısında dikilip veda ediyorum şimdilik sizlere ve kendime. Evimdeyim… Elimde bir fincan kahve var ve gülerken bir kısmı halıya döküldü.

                                                                                          Yazar: Cüneyt Özkurt

Öykü Seçkisi, Pinokyo Temalı Öyküler, Sayı: 123

Hayaller Atölyesi

HAYALLER ATÖLYESİ                                                                                                                          K...