Vapur, yanaştığında aceleyle
içeriye itilerek, üst kata kadar bir bulut misali, bir insan rüzgârına
kapılarak yerimi bulacağım. Belki, biraz daha kararacak ve muhtemelen lağım
kokan bir zemine damlayacağım. Ancak bu şekilde su birikintilerine karışarak
Afrikalı bir zencinin bağırsaklarına karışıp bir baobab ağacının köklerinin bir
kısmını kurutacağım. Dolaylı bir şekilde de olsa yağmur olmak bile zararlı
olacak gibi gözüküyor şimdilik.
Neyse ki dediğim şekilde vapurun
üst katına istemsizce yol alıyorum. Kantindeki tost makinesinden ağır yağ
kokusu geliyor. Yerime oturur oturmaz beş kişinin kantin önünde kuyruk
oluşturduğunu görüyorum. “Eğer o beş kişi olmasaydı kendime bir çay söylerdim.”
diye iç geçiriyorum. Sonra kuyruktaki kalabalığın arttığını görünce “Dokuz
bardak çay günde neyine?” diyerek kalabalığı izlemekten vazgeçiyorum. Karşımda
oturan kumral kadın da telefonuyla meşgul… Bazen gülümsüyor, bazense kaşlarını
çatarak parmaklarını hızlıca ekranda hareket ettiriyor. Eğer yüzünü biraz daha
kaldırsaydı belki yüz hatlarını size daha detaylı anlatabilirdim. Eğer
gözlerimin içine bakabilseydi ona selam da verebilirdim, belki aramızda bir
sohbet başlardı, kısaca kendimizden bahsederdik. Biraz o yalan söylerdi, baktım
ki o iyice tutturdu yalanı ben de sıralardım peşi sıra.
Hiç kazanmadığım başarılarımdan söz
ederdim bolca, birkaç sene önce nerede ve nasıl, ne kadar birinci olduğumu.
Asla sonunculuklarımdan bahsetmem. Kız çok hoş tabii… Neden bahsedeyim ki?
Aslında mevkii sahibi olduğumu, toplu taşımayı pek ender kullandığımı, bir
arkadaşımın ısrarı üzerine Burgazada’ya gittiğimi ve mecburen vapura teşrif
ettiğimi söyleyebilirim. Muhtemelen onun gözünde oldukça sevimsiz gözükeceğim,
ama olsun! Ne kadar yalan da olsa ve bu yalan ne kadar sevimsiz de gözükse gururlu hissedeceğim küçük bir an için, bu küçük an için yalancı bir dünya
yaratmış olacağım kendime. Belki gece yatmadan önce, belki aynı saatte yarın
yine karşılaşırım onunla diye hayal ederim, belli mi olur. Ama bir saniye!
Sonra beni bir korku saracak gibi şöyle bir bakınca. Ya bundan sonra hep onunla
karşılaşırsam? Hep aynı saatte, aynı vapurda, aynı yerde karşılaşırsak ve bir
gün bu söylediğim ilk yalan ortaya çıkarsa? O zaman ne olacak? Ya bu kadınla
gerçek bir dostluk kurarsam, ya bir gün bu dostluk bir sevdaya dönüşürse? Ya o
severse ve ben sevemezsem? Ya da, ya ben seversem o sevemezse? Ya da bunların
hepsinden başka: ya daha önce onunla karşılaşmışsam? Ya ona söylediğim yalan
aslında ona söylediğim onlarca yalandan bir tanesiyse, ben hatırlayamıyorsam ve
tüm yalanlarım çoktan apaçık gün yüzüne çıkmışsa?
Belki de, karşısında oturduğum
kahverengi mantolu bu kadının gözleri, bu yüzden pür dikkat telefonundadır.
Yüzümü bile görmek istemiyor gibi, baksana! Belki de başka yalanları unutma
seanslarından bir tanesinde deniz yolculuğunu tamamlamak üzeredir. Aman ne yaparsa
yapsın, onun da canı cehenneme! Yolu yarıladık mı acaba?
Kuyruk dağılmış gibi gözüküyor.
Gidip bir çay alabilirim. Yerimden kalktığım anda bir başkası yerime
çörekleniyor. “Asla oradan kalkmamalıydım!” diye bu sefer geçiyor aklımdan;
çünkü bu sefer de ayakta kalmak zorundayım. Kantine yaklaşıyorum, görevli
yüzüme anlamsızca bakıyor, konuşmaktan bıkmış, gözleriyle soru sorabiliyor.
-İki çay lütfen! Diyorum, birisi
açık…
Hızlı bir şekilde bardakları
dolduruyor. Karşımda oturan ihtiyarın yanına yanaşıyorum.
-İyi akşamlar amcacım! Diyorum.
Gülümsüyor.
-İyi akşamlar evladım!
-İçerisi pek soğuk, camlardan
birisi kapanmamış, çay alıyordum, size de bir tane getirmek istedim. İçimiz
ısınır.
-Ah evladım ne zahmet ettin. Bu
devirde kim kime böyle ikramda bulunuyor, kim kimi düşünüyor Allah aşkına!
-Bilmem ki amcacım, öyle mi
gerçekten?
-Öyle, öyle!
İhtiyar bardağı ağzına götürüyor.
Bir yandan eskilerden bahsediyor, torunundan. İlkokula gidiyormuş torunu.
Geçenlerde ona bir kitap almış.
-Şu Carlo Collodi’nin eseri,” dedi,
Yalan söyledikçe burnu uzayan bir kukla vardı ya, bilir misin?
-Tabii bilirim amcacım, o biraz
bana benzer,
-Hay Allah neden sana benzesin
evladım?
-Bilmem ki,
(Ne kadar da çok bilemiyorum!)
aslında her insan gibi deseydim daha mı doğru olacaktı? Yalana meraklıyız
biraz, attığımız yalanlara kendimiz bile inanmıyoruz. Burnumuz büyümüyor
olabilir; ama yalanlar büyüyor, bir dağ oluyor. Sonra o yalanların içinde, bir
de bakmışız ki uydurulan her yalan, bizden bir parça çalmış. Kendimizi
aynaların içinde bile bulamaz olmuşuz.
-Evladım, yalan dediğin insanların
kendine ettiği bir kötülük. Bugüne kadar hiçbir yalancının mutlu olduğunu
görmedim ben. Ama kesin konuşmak da iyi bir şey değildir.
-Sen çok yaşa amcacım! Torunun
okudu mu kitabı peki? Geppetto’yu sevdi mi bari?
-Yok evladım! Elini bile sürmedi
kitaba. Elinde telefon var ya orada izlerim ben bunu dedi, attı kenara gitti.
-Ah be amcacım! Hiç yerini tutar mı
kitabın yerini Allah aşkına.
-Eh, nereden bilecek bacak kadar
çocuk. Renkli renkli ya bu ekranlar, daha çok ilgisini çekiyor tabii… Ee! Sen
evli misin? Var mı çoluğun çocuğun falan?
Konunun buraya gelip çatacağı
belliydi, kendime tuzak kurmakta üstüme yok. Dosta da ihtiyacım yok, düşmana da…
Hepsi kendi üretimim... Aklım yine o kadına kaydı gitti:
-Yok, amcacım! Sıra gelemedi bir
türlü.
-Neden evladım? Bir hayat
arkadaşına herkesin ihtiyacı var.
-Belki bir gün olur.
Fazlaca “belkilerim” olduğunu bu
kısa sohbetten sonra anlamış bulunmaktayım.
Fazla uzatmamam gerekiyor konuyu.
Vapur, Burgazada’ya da varmak üzere. Amcaya veda ediyorum ve merdivenlerden
yavaş adımlarla iniyorum. Konuşurken vapurda kimselerin kalmadığını fark
etmemişim. Kınalı’da çok kişi inmiş. Adaya ayak basıyorum. Poyraz, yüzüme
vuruyor, içim üşüyor, paltomun yakasını kaldırıp bir kaplumbağa gibi paltomun
içine başımı gizliyorum. İskele, buz gibi… Düşüncelerim rüzgârla beraber
donmuş. Cennet Bahçesi’ne doğru yürürüm diye düşünüyorum. Yoksa kahvehaneye mi
uğrasam diye aklımı çeliyor soğuk. Selim Abiler oradadır. Biraz yanlarında
otururum. Ama içerisi sigara dumanından göz gözü görmüyordur şimdi, hani
yasaktı bu mereti içeride içmek, kimsenin umurundaydı sanki yasak, diye aklımdan geçiriyorum. Aklımı dinliyorum
yürürken: Ne gerek var şimdi? Boş ver! Eve dön! Defterini aç, birkaç işe
yaramaz sözcük karala, sil, sayfayı yırt. Bir fincan kahve iç. Ertesi gün yine
bir türlü sevemediğin şehrin kalabalığına karış. İskeleye dön. Bundan birkaç
yıl evvelini hatırla. Büyük bir hevesle kaçtığın adada yalnızlığınla karşılıklı
iskambil oyna. Sigmund Freud’un bayağılığını Carl Gustav Jung’dan dinle,
kendine arkaik birkaç arkadaş bul. Onların hikâyelerini dinle. Konuşunca pek
özel hissetmezsen belki dinleyerek istediğini hissedebilirsin. Tarihten ders al
ve yine aynı hataları tekrar et. Sonra hatalarına bakıp kendine zayıflığını
bahane et. Güzel yalanlar bunlar, çok güzel!
Güzel sözler söyleyerek kendine
iltifat topla ve yalancı methiyelere kendini kurban et. En sevdiğini gizle, en
sevmediğine kendini armağan et. Ellerine batan dikenlerden aldığın hazla
gülümse ve avcunu daha da sık. Poyraz, ve deniz, ve İstanbul, bazı şairler,
birkaç düşünür, yeni yetme caz sanatçıları, meyhaneler, ortalık yerde
sevişenler, hızla edindiğin kalp kırıklıkları, yeni edindiğin kalp
çarpıntıları, epistemolojik hassaslıklar, uçarı düşünceler, apolitik genç
fikirler karşısındaki hem mahcup hem kibirli siyaset simsarları, tuvaletten
gelen tuhaf sesler… Görüntüyü bozmadan değiştirilebilmek için ustana yalvarıp,
zihninin kuklasına biraz dayatıp bıçak zoruyla söylettiğin yalanlarına, burnuna
sabitlediğin bıçağa ve “Hadi haykır yalanlarını zalim dünya!” diyerek meydan
okurcasına karşısında dikilip veda ediyorum şimdilik sizlere ve kendime.
Evimdeyim… Elimde bir fincan kahve var ve gülerken bir kısmı halıya döküldü.
Yazar: Cüneyt Özkurt
Öykü Seçkisi, Pinokyo Temalı Öyküler, Sayı: 123
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder