19 Nisan 2020 Pazar

Son Oda


                                                                                   

Öykü öncesi yazarın okurdan bir ricası:
“Çok değerli öykü yoldaşım,
Tamamen sizin değerli inisiyatifinize kalmış olarak, öykünün ruh halini yaşatmak açısından, iki değerli eseri okuma esnasında dinlemenizi isterim:
Tsiganiko II – Eleni Karaindrou[1]
Waltz by the River – Eleni Karaindrou[2]
Dilerseniz bu iki eseri öykü boyunca sırayla, tekrarlı şekilde dinleyebilirsiniz ya da seçtiğiniz herhangi bir tanesini, öykü bitene kadar, tekraren dinleyebilirsiniz. Eğer şarkılara ulaşmakta zorluk çekerseniz öykünün dipnotlarında size yardımcı olacak adresleri bulabilirsiniz.”

***
Gri mermerli dehlizin sonunda, dar bir avluya açılıyordu son oda. İçeride her gün çarşafları yenilenen bir yatak vardı, bir de masa. Masanın üzerinde kırmızı kahverengi bir defter ve bir de kalem, ucu körelmiş. 

On iki gün önce getirilmiştim son odaya, kendi ihbarım üzerine. Evimin rutubet kokusu hala üzerimdeki kıyafetlerden çıkmadı, hâlbuki gün be gün temizlenmekteler. Bedenim çok önce küflenmişti, kemiklerim ve yaşama dair umutsuzluk dolu hücrelerim gibi.

Burada günler ağır geçer. Saat 12’yi vurduğunda siyah önlüklüler kapıda birikir: Üçü erkek, ikisi kadın… Erkeklerden ikisi kollarımdan tutar, beni yatağa bağlar. Kadınlar, ilacı hazırlayıp kolumdan enjekte eder. Dört saat kadar sakinleşirim. Odadan çıkıp giderler, kapı aralık kalır. Ardından tanıdıklarım bir bir odaya doluşmaya başlar. Marie, kızım. Aldora, eşim. Joseph, erkek kardeşim. Mary, annem ve Samuel, babam… İlk gençlik yılları arkadaşlarım: Frans ve Pierre… Hepsi aynı sırayla odaya gelir. Masada karşılıklı oturur Frans ve Pierre. Annem, çiçeğime su verir. Marie, bez bebeğini kucağında uyutur. Babam, piposunu tüttürür. Aldora, yanı başıma gelir. Saçlarımı okşar. Ah Aldora, ellerin öylesine şefkatli ki, kalbim sen varken bir kelebeğin kanat çırpışı gibi çaresiz. Gözlerimi araladığımda bulanık görüyorum o güzel yüzünü, gözlüğüm de yok ki, kim bilir hangi köşeye savruldular yine? O derin bakışlarınla yine bana bakıyorsun, değil mi? Ah şiir gibidir yüzün. Sesin, o şiirin mısraları ve her sözcüğün aşkla kulaklarımdan içeri kalbime süzülüyor.

Seni ilk gördüğüm anı hatırlıyorum şu an: Bir bahar günüydü. Sarı fileli eteğin ince belinden dizlerine süzülüyordu. Saçların, meltemle yüzünü okşuyordu. Güneş, bile nazikti sana, tenine hassaslıkla dokunmuştu. Greve’de, karşı kaldırımda, sana doğru yürürken bir dilencinin ayaklarına takılıp yere düşmüştüm. Gözlerim kör olmuştu, hafızam işlemez. Ardından sözcükleri kaybettim. Dilsiz… Ayaklarına dolandığım dilenci yerinden doğrulup üzerime yürüyüp bana bağırmaya başlamıştı; ancak bu şiddet dolu sözcükleri işitmiyordu kulaklarım. Hala karşımda durmaktaydın Aldora. Yürüyüp uzaklaşacaktın, anlamıştım. Yerimden doğrulup koşacaktım ardından, ayaklarına sarılacaktım ve sana yalvaracaktım bu bahtsız hayatımın tarifi güç kusurlarından dolayı. Yüzün şefkatle gülümseyecekti o an, gözyaşlarım kaldırıma düşerken nazik elin tozlu şapkama dokunacak, o narin dokunuşu hak etmeyen çoktan kirlenmiş ellerimi tutacaktın. Bir çocuğa merhametle bakar gibi bakacaktın gözlerime. Aşk hastalığına tutulmuş bir sokak serserisiydi bu ölgün adam. “Bir valsin keman sesinden olsa gerek bu bedbaht halin serseri!” diyecekti dudakların. Yüzüne bakıp yeniden yüzümü dönecektim soğuk kaldırım taşına.

Marie, sevgili kızım. Seni kollarıma aldığım gün kokunu derin derin içime çekmiştim. Çok mutluydu baban. Çok mutlu olduğum zaman içimi bir korku kaplar kızım. Sanki bu mutluluk bir anda sönüp gidecek ve yerini bir kâbusa bırakacakmış gibi hissederim. Belki de bu yüzden hiçbir zaman mutluluklarımı doyasıya yaşayamadım. Şimdi anlamaktayım ki bu konuda yanılmaktaymışım.
İlk adımını attığın gün, bana ilk kez baba dediğin gün, gözlerimden yaşlar akmıştı. Annene sarılmıştım. Bu bir mucizeydi. Küçük bir çocuğun baba demesi, ilk adımını atması niçin mucize olsun Marie’m? Bunlar hayatın sıradanlıkları değil mi? Niçin baban ağlıyordu öyleyse?
Bana benzeyen o yanını düşündükçe kalbim için için acıyor. Sessizce derinlerde yüzen güzel bir balıksın sen, lakin güzelliğin benden değil, annenden. Sessizliğin ise benden… Bu gürültülü hayat için sessizlik masum kalıyor Marie’m. Dileğim zaman geçtikçe annen gibi hayata karşı dik duranlardan olabilmen; bir sokak serserisinin şiirleri kalbinde dolanıp ruhunu ele geçirmesin, yükselmesin dumanlı kentin üzerinde. Bir dilencinin ayaklarına dolanıp sürüklenmesin, kirlenmesin güzel kıyafetlerin benim pek sevgili kızım.

Joseph. Sen hep kadınların ilgi odağı olmuştun. Uslanmaz bir gençtin. Aynı odayı paylaştık senelerce. İki yakın dosttuk seninle, kardeşlik üstüne pul biberdi. Aldora’ya olan aşkımı sana anlattığımda nasıl da alay etmiştin benimle. Düşkün ailemizin çaresizliğini, hayal kırıklıklarını düşündükçe ve ben vazgeçtikçe bütün o alaycılığın kayboluvermişti yüzünden. Kardeşten öteye geçip bir ağabey gibi elini omzuma koyup vazgeçmemem gerektiğini söylemiştin. Üstümüz başımız yırtık pırtıktı Joseph, hatırlar mısın? Kışın aynı kazağı giyerdik sen ve ben. Bazı günler ben çıkamazdım caddeye, bazı günler sen. O gün kazak sırası sendeydi, eğer “Sen git bugün!” demeseydin Marie bu Dünya’ya gelmeyecekti belki de.

Yine benimlesin. Bu soluk yüzlü adamın yanında…

Babam bir deri fabrikasında işçiydi. Haftanın üç günü vardiya duruyordu. Eve gelmediği günler anlardık ki ikinci ve hatta üçüncü işlerinde umudun peşine düşerdi. Gıdasızdı ailem. Babamsa oldukça zayıflamıştı. Ülke fakirdi. İnsanlar kirli. Gündüz vakti sıçanlar kedilerin peşinde koşturuyorlardı ve hatta birkaç tanesi küçük bir köpeği boğazlamıştı. Mahallemize ağır bir koku yayılmıştı o sıralar. Sokağın başındaki geçidin önünde bir grup protestocu jandarmaya taş ve sopalarla karşı geliyordu. Kraliyet aleyhtarı diğer bir grup protestoculara ateş açmıştı. Yere yatan kırmızı kolluklulardan birinin üzerine bu sıçanlardan biri peyda oldu. Yerinden dehşetle kalkan protestocu jandarmanın ateşiyle karnından vuruldu. Kırmızı kolluklu grup yerlerinden doğrulup jandarmaya saldırdı ve o esnada diğer grup da olaya girişti. O an babam yolun köşesinde gazeteye sarılı peksimetiyle duvar dibine sinmişti. Kraliyet yanlıları o yöne doğru koşmaya başladı.

Arkadaşlarım, dostlarım vardı. Bazı günler bahsettiğimiz gençlik ateşiyle yükselen fikirlerimizdi. Yerel gazeteleri satamadığım günler onlarla buluşurdum. Sıra dışı fikirlerimizi birbirimizle hararetli şekilde paylaşırdık. Daha kimse kurşuna dizilmemişti. Hiçbirimiz herhangi bir cinayetten yargılanmamıştık henüz. Masum tartışmalardı, yükselen gençlik alevimizdi.
Başka dostlarımız da olmuştu önceleri. Daha sonra onları birer birer yitirmiş bulunduk. Fikrimiz, onlar için halka yayılan virüs değilse neydi? Bizler cüzzamlılardık onlar için. Zamanla aralarından dışlandık. Toulon’un aşağısında haczedilmiş ve yağmalanmış bir evin bodrum katında, bir masanın etrafında, gaz lambasının cılız ışığında geceleri soluksuzca kararlarımızı açıklamaktaydık. Bu sırada üç kişiydik. Üç farklı kişi…

Francis, gruba liderlik eden bir sokak serserisiydi. Dar omuzlu, uzun yüzlü, kumral bir maçoydu. Avukatlık eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmıştı. Babası ve babam aynı fabrikada işçiydi. Bazı zamanlar hırsızlıkla geçimini sürdürüyordu. Sevilmezdi insanlar arasında. Kaba bir hali vardı. Çokça kavga ederdik. Çokça birbirimize sarılırdık, ağlardık.

O gün peşime düşen kraliyet yanlıları sokakta beni köşeye sıkıştırdığında Francis peşimden koşup önüme kendini siper etti. Bana gelecek darbelere ortak olmuştu. Eğer o olmasaydı o gün orada öleceğimi biliyorum. İkimiz de saldırıdan sonra yol boyunca uzanmıştık. Yere düşen kasketini başına geçirdi yattığı yerden ve kış bulutları arasından gözüken güneşi gösterdi bana. Umut, ışıl ışıldı gökyüzünde ve çamura bulanmış kanlı yüzümüze tebessüm etmişti son bir kez sanki.

Pierre, oldukça kısa boyluydu. Çok cesur bir gençti. Çocuksu tavırları vardı; böyle olmasına rağmen bilgisine her zaman güvenmiştim. Pierre, belediyeden bir kâtibin getir götür işlerini yapıyordu. Çoğunlukla para kazandığı söylenemezdi. Sanırım o sıralar kimse para kazandığını söyleyemezdi. Siyasal tarihten anlardı. Çoğu zamanını okuyarak geçirirdi. Okuduğu zamanlarda ona ulaşamazdı hiç kimse. Belki de bizim eksik kalan yanımızı tamamlayan o’ydu. Ne zaman bir yanılgıya düşsek Pierre’in eşsiz bilgisine sığınırdık. Sorduklarımıza hızlı cevap veremezdi. Gülümseyen yüzü ciddileşir, sessizce, olduğu yerde gözlerini yere indirir, elini çenesine götürür ve düşünmeye başlardı. Bu esnada onunla konuşmazdık. Frans ile kendi aramızda başka bir mevzu üzerine konuşmayı sürdürürdük. Ancak bir süre geçtikten sonra Pierre ona yönelttiğimiz soruya, derinlemesine bir mantık çerçevesi içerisinde, cevap verirdi. Verdiği eşsiz cevapla gözlerimiz pırıldardı ve bizimle olduğu için ona minnet ederdim.

Her iki arkadaşımla da aynı parkta tahtadan kılıçlarımızla yalancı düşmanlar edinirdik biz daha çocukken. Biz de değirmenlere savaş açmıştık.  Bazen bendim Sancho Panza, bazen de onlar… Hep bir düşman bulma telaşından, oyunları bile çocukların sapanlarla, sopalarla. Eminim ileride çocuk çeteleriyle ilgili bir roman yazılacaktır herkesi ağlatan. Belki de küçük, sevimli, sarı saçlı bir çocuk olur kimsenin tarafında olmayan. Belki de o masum çocuk ölür hikâyenin sonunda. Çünkü hep böyle olmaz mı?

Onları dinliyordum: Robespierre’in talihsizliğini, bu talihsizliğe bizlerin de bir gün maruz kalacağımız gerçeğini, giyotinin halkın nasıl bir eğlencesi haline geldiğini, öfkenin ve katliamın tüm bu fakirliğin bir oyuncağı haline geldiğini, Jeanne d’Arc özlemimizi konuşurken gecelerimiz bu küçük hanenin içini doldurur olmuştu. Fikirlerimizi sayfalara yazdığımız ve altına rumuzlar uydurduğumuz kirli sayfaları lağım kokan mahallelere dağıttık hep beraber. Şehrin ayrı yerlerinde kılık değiştirerek dolaştık. Dolaşırken peşimize takılan yandaşlarımızla gizli sohbetler kurduk. Günler; açlık, yoksulluk içinde devinirken peşimizden bizi takip eden öfke yerini çiçeklere bırakabilir miydi?

Birkaç hafta içerisinde kalabalık kontrolümüzden çıktı ve kendi kararlarını vermeye başladı. Ancak başlatmış olduğumuz bu hareketin bir parçası olmamızdan ve temelde edindiğimiz fikrin sonuna ulaşmak gayretiyle son güne kadar geldik.

İlk günkü çatışmada Francis kışkırtıcı manşetler yazan bir gazeteciye iki el ateş etti, gazeteci belediye binasının önünde yığıldı. Jandarma, Frans’ı avluda kıskıvrak yakaladı. Davası hızlı görüldü ve sehpaya götürüldü. Francis sehpaya giderken meydanın gerisindeki kulenin üstünde dostuma son kez bakmaktaydım. Baygın ve güçsüzdü. Kalabalığın yükselen sesleri arasında bıçak hızlı bir şekilde boynunu kesti ve celladı düşen başını sepete attı.

Pierre, karşı saldırıda iki kişiyi ölümcül şekilde yaralamıştı. Biri kurtulmuştu, ancak diğeri olay yerinde can vermişti. Pierre, iki hafta hücrede tutuldu. Ne kadar onu görmesi için aracılar bulsam da dostuma son vedamı edememiştim. Pierre, öğleden sonra saat 1’de meydanda, yağmurlu, soğuk bir aralık günü halkın kahkahaları arasında idam edildi. Onu son kez göremedim. Göremedim çünkü…

Gözlerim bulanıyor, hastalık tüm bedenlere çoktan yayılmış. Kalabalıklar, intikam hissiyle başlarımızı bizden istiyor. Joseph, kardeşim. Tut ellerimi. Girdiğim komadan kurtulabilirsem eğer kaldırımın karşısında o güzel kadının peşinden gideceğim. Tüm yoksulluğumuzu unutup, belki de bu ülkeyi onunla terk edeceğim. Sevgi, aşk belki içimizdeki bu yeri dolmayacak özgür hislerimizle yeşerecek tekrar. Küçücük bir filiz koca bir ağaç olur ya, işte bizim de düşüncelerimiz büyüyecek, belki bizler hayata meydan okumuş ölümsüzler sıralanacağız peşi sıra. Bizden öncekilerle selamlayacağız uzun koridorların, karanlık kuytularında ellerinde küflü sayfaları tutanları.

Biliyor musun Joseph. O gün kazağını verdiğinde dilencinin ayaklarına takılıp yerden kalkamadım. Sarı elbiseli kadın kaldırımın ilerisinden, sokağı döndü ve uzaklaştı, gözden kayboldu. Peşinden gidemedim, sana anlattığım aşk hikâyemde bir daha rastlaşmamış iki öykü kahramanıydık onunla ben. Adını Aldora koydum onun. Sonra küçük bir kız çocuğumuz oldu bizim. Adını Marie koydum. Canım kızım Marie’m. İşte onun baba demesi bu yüzden mucizem oldu. Onun ilk adımı bu yüzden benim mucizem.

Günyüzü görmemiş annemi sana emanet ediyorum Joseph. Bu bedbaht halimize lanet ediyorum. Tanrı’ya emanet olmanızı diliyorum. Bu perişan halimiz bu cüzzamlı hayatın gerçek bir öyküsüdür en nihayetinde ve ben herkes bilsin, hissetsin ve belki de halimize ağlasın istiyorum.

***
Kraliyet yanlısı grup benim peşime düşmüş. Ailemi sormuş soruşturmuş. Babam, sokağın köşe başında gazeteye sarılı peksimetiyle kraliyet yanlılarınca tartaklandı ve yaşlı, güçsüz bedeni dayanamadı. Oracıkta gözlerini hayat yumdu zavallı babam. Onları gördüğümde elimdeki bıçakla onlara saldırdım. Ardından kaçmaya başladım. Tam üç kişinin hayatına orada son verdim o esnada. Birkaç günün sonunda ise kararımı vererek bir telgraf çektim ve bulunduğum karanlık sokak hanesinde onları beklemeye başladım.

Masanın üzerindeki deftere sizlere özlemimi yazdım, belki sonra okuyanlar olur ümidiyle.
Son Oda’dayım. Bu benim son odam. 



Öykü Seçkisi Sayı 129, Virüs Öyküleri                                                          Yazar: Cüneyt Özkurt




[1] https://open.spotify.com/track/5M1Nzxb3P4UdftwL6T3JZA
[2] https://open.spotify.com/track/6ZWIsmAJ1LxrVWcXdzTT7T

Hayaller Atölyesi

HAYALLER ATÖLYESİ                                                                                                                          K...