9 Mayıs 2019 Perşembe

Deniz Ürpertisi

                                                          
Sokağın başındaki yokuşun ilerisindeki dar dönemeci biraz geçince sağdaki ilk bina Doğu’nun yaşadığı apartmandı. Sarı, eski püskü bir apartman dairesinde yaşıyordu. Daire, güneş almadığından arka odada rutubet kokusu hâkimdi. Dış kapı; dar, uzun bir koridora açılıyordu. Kapının girişindeki rafta ontoloji üzerine birkaç kitap vardı, gözüme çarpan diğer kitaplar da siyaset bilimi üzerineydi. “Doğu’nun bütün bu sıkıcı muhabbetlerinin sebebi karşımdaki üç-beş kitapmış meğer.” diye içimden geçirdim.
Kapının kilidi, benim evin kilidinden daha kolay açılmıştı. Apartman kapısının anahtarı mor, dış kapının anahtarı ise metalik renkteydi. Hangisinin ne işe yaradığını karıştırmamak için ideal bir çözüm düşünmüştü.
Ceketimin cebine elimi attım. Sağ cebimin boş olduğunu anlayınca vakit kaybetmeden sol cebi yokladım. Dörde katladığım mektubu açıp en baştan tekrar okumaya başladım:

“Merhaba, sevgili dostum!
Ne hissettiğin konusunda bir fikrim yok, nasıl hissettirir bunu bilemem. Bu mektubu sana niçin yazdığım konusunda ise tereddütlerim var. Belki yarım kalanları tamamlamak biraz sana düşüyor, biraz da bana...
Mektubun içinden çıkan anahtarlar seni biraz şaşırttı biliyorum; hatta bu mektup bile başlı başına bir şaka... Bolca tamamlanamayacak cümle bırakıyorum sana.
Neyse, gereksiz sözcüklerle lafı dolandırmayacağım. Mektubun içindeki anahtarlar evime ait. Mor renkte olan dış kapıyı, diğeri ise iç kapıyı açıyor. Mektubun arkasında ise evimin adresi var. Daha önce hiç evime uğramamıştın, bu bir vesile olacak senin için sevgili dostum. Şimdiden belirtmem gerekir ki bizim sokakta senin şu yeni, siyah arabanı park etmen pek doğru olmaz. Sokağın bitiminde, yokuşun aşağısında bir otopark var, oraya bırakmanı tavsiye ederim. Aksi halde arabanın üzerine çiviyle kazınmış eserler seni sinirlendirebilir.
Evet, gidip gitmemek sana kalmış. İstersen bu mektubu yırtarsın, istersen katlar bir köşeye kaldırırsın, istersen evime gidip sana ait olanı alırsın. Dedim ya: sana kalmış. İstediğin gibi yapabilirsin. Tabi ben bu mektubu senin eve gittiğini varsayarak yazıyorum.”
Sokak kapısının sağında kalan yatak odası sıkış tepiş eşyalarla doluydu. Odanın kapısının yanında bir çalışma masası, masanın üzerinde iki kalemlik vardı ve ağzına kadar kalemle doluydu, masanın yaslı olduğu duvardaki çerçeveler birbirlerinden ikişer santim üstte olacak şekilde paralel olarak asılmıştı, çerçevelerde sürreal ünlü birkaç eser yer alıyordu.
“Çünkü böyle oluyor…”  yazılı ahşap plaka duvardan düşmüş ve düştüğü yere boyanın tozu, zaten tozlu olan masanın üzerine dağılmıştı. Yatağın üzerinde turuncu bir oyuncak ayı vardı, ayının tek gözü yoktu. Birbirinin çifti olmayan iki gardırop yan yana konulmuş, tek kişilik yatak ise gardırobun yanına denk gelecek şekilde duvara yaslanmıştı. Yatağın yaslı olduğu duvarda Charlie Chaplin posteri asılıydı.
Yatak odasının sıkıcı görüntüsünün bir benzeri de koridordaydı. Karanlık, uzun koridorun sonunda atıl olarak kullanıldığını düşündüğüm çok küçük bir oda, odanın solunda salon ve salonun karşısında küçük bir mutfak vardı. Yatak odasına girdim. Kirli gölgeliği araladım ve karşı apartmanlara rağmen gün ışığı biraz da olsa odanın içine doldu. Tekrar mektuba göz attım:

“Mete, senden salona gitmeni istiyorum. Salondaki çekyatın yanındaki sehpada siyah bir defter var. Lütfen, onu al ve defterin ayracının olduğu yerden itibaren okumaya başla.”

Salona yürüdüm. Kapı girişinin karşısında dediği gibi petrol rengi bir çekyat vardı. Çekyatın sağ kenarındaki duvarda iki kişilik bir koltuk, onun sağında kalan duvarda TV ve uzun bir dolap bulunuyordu. TV’nin önünde, yerde bir dizüstü bilgisayar vardı ve kapağı açıktı. Bilgisayarın mavi led lambası yanıyordu.
TV’nin karşısındaki çekyata oturdum. Sehpadan defteri aldım. İlk sayfayı açıp okumaya başladım:
                                                                                                          08.Aralık.2012
“Kaybettik...                                                                                                           
Hayatımda tek yapabileceğim yegâne şeyi, yeteneğimi de kaybettim. Yenildik... Yeterince... Yeterince savaşamadık. İlerledik, konuştuk, sorduk, mücadele ettik. Beceremedim! Gücüm yok!
Kalbim acıyor yine!
Nasıl ki dinmiyor. Nedeni hep bu kaybedişlerim. Bir türlü yoluna koyamayışım. Hiçbir şeyim yok bu hayatta... Belki gerçekten sevenim bile...
Öylesine yalnız ve soğuk hissediyorum ki kendimi ve o kadar çaresiz... Tüylerim diken diken oluyor... O kadar boşum ki aslında... O kadar canım acıyor ki...
İlk defa mı böyle netim kendime? Apaçık yazıyorum. Bir HİÇİM!
İnsanlar da hayatımdan bu yüzden gitti; çünkü biliyorlardı. Lanet olası beni gördüler. Savaşamayan, ezik, yenik bir zavallı olduğumu gördüler.
Umudum kalmadı...
Ve artık bitsin istiyorum. Bana dair olan bu hayatın bitip gitmesini istiyorum; fakat öylesine hantal ve tembel ki... bir türlü gelemedi. Şaşırıyorum. Ben, bu dünyayı istemiyorum. Hiçbir şeyinizi istemiyorum!”

İlk sayfayı okuduktan sonra sayfaları rastgele ve hızlıca karıştırmaya başladım, aynı aya denk gelen sayfalarda benzeri yazılar vardı. Bu yazılara göz attıktan sonra mektupta bahsettiği günlüğün bana ayrılmış olduğunu söylediği sayfasını açtım:
“Gece, gecenin en güzel anında yürüyordum onunla. Gökyüzünde dolunay tüm görkemiyle, en parlak anında, önümüzdeki toprak yolu aydınlatıyordu. Yanımdaydı... O, işte! O, yani... Vanilya yağı sürmüştü yine boynuna, dudaklarım dayanamıyor tenine doğru yöneliyordu. Önümüzde uzanan yolun bir yerinde durup öpüşüyorduk uzun uzadıya. Yüzüne dokunuyor ve dudaklarım dudaklarına değdiği o anda nefesini içime derin derin çekiyordum. Sonra dudaklarımız birbirinden ayrıldığında ay ışığının aydınlattığı gözlerimizin içine bakıyorduk uzun uzun ve dayanamayıp son kez büyük bir arzuyla öpüyorduk birbirimizi.
Elini tutup yürümeye devam ettim şu güzel mayıs gecesi…
Çam ağaçlarının sıralandığı yokuştan deniz gözüküyordu. Tüm görkemiyle mehtap denizin üzerinde ışıyordu, ne kadar uzakta olsak da mercanların kalabalık olduğu o yerler daha parlaktı, denizi işaret ettim Dora’ya!
- Bak sevgilim, tam karşıda! Görüyor musun? Mercanlar, ışıl ışıllar... Senin gibi onlar da... Bütün gecemdeki o yüce umut…
- Umut mu? Ben mi? Doğu! Umut, evet! Ama umut aşkın neresinde dersin? Hep böyle sevebilecek misin beni?
- Bu gece sence sonsuz mu sevgilim?
- Hayır, değil! Birkaç saat sonra gün doğacak?
- Hayır, doğmayacak! Gün, asla doğmayacak. Biz seninle sonsuzluğun parçasıyız. Biz seninle bu geceyiz.
- Doğu, sevgi yüce bir şey, biliyorum; ama biraz gerçekliğe dönsen olmaz mı? Gerçekler böyle değil! Biz sevgiyle var olamayız. Hayatın kendisi farklı bir işleyişte, tarih, kitaplar senin hislerini destanlaştırıyor; fakat görüyorsun ki sonunda hepsi yitip gidiyor.
- Bu kadar katı olmasan keşke papatya. Bu masum halimin gardiyanı mı olmalı? Zindanım şu karşıdaki denizin dibindeki mercanların altında mı kalmış; yoksa senin gözlerinde mi?
- Sen zaten her zaman masumsun, Doğusun sen işte, bildiğin doğu…
Sessizleştim. Elini tutup yokuştan denize doğru yürümeye devam ettik. Yolun bittiği yer sahile varıyordu ve genişlemesine açılan, çakıl taşlarıyla kaplı alanın sonunda taşlar yerlerini ince kumlara bırakıyordu. Elime iki çakıl taşı alıp birbirine sürtmeye başladım. Ne kadar hızlı sürtersem o kadar fazla kıvılcım çıkıyordu. Elimdeki taşları Dora’ya gösterdim:
- Baksana papatya şunlara! Şunlara bak!
Taşlar birbirine her çarptığında çarptıkları yer alabildiğine ışıyordu.
- Ne oldu ki şimdi?
Dedi yüzünde alaycı bir ifade vardı.
- Baksana, ilginç gelmiyor mu bu sana? Karanlık bir gecede bile iki çakıl taşının olması umuttur.
- Benim için umut değil Doğu, senin için umut olabilir ama!
Dedi keyifsiz bir şekilde.”

Günlüğü kapattım. Bilgisayarın klavyesindeki herhangi bir düğmeye bastım. Ekran doğrudan açıldı, masaüstündeki müzik çaların listesinde ilk sırada Mozart – Lacrimosa ve altında ise Beethoven – Silence vardı.

Mektubu tekrar okumaya başladım:
“TV’nin karşısındaki dolabı açmanı istiyorum Mete. İkinci rafta bir mektup daha var. Lütfen ilk satırını okur musun?”
Yerimden kalkıp dolabın kapağını açtım, ikinci mektubu raftan aldım ve ilk satırı okumaya koyuldum:
“Güncede ilk sayfayı okudun değil mi? Ama niçin yaptın bunu? Sadece ayracın sonrası seni ilgilendiriyordu.”
Bir alt satırda ise:
“TV’yi açtın ve müzik listesini gördün, değil mi? Sadece iki şarkı var orada. İkinci şarkıyı aç ve şarkıyı yazdıklarımı okurken bitene kadar dinle; ancak dinlemeyeceksen günceyi elinden bırak ve evden çık git! Biliyorsun ki karar senin. Biliyorsun ki karar hep senindi.”

Bilgisayara bağlı olan müzik sistemini açtım. Beethoven – Silence’a iki kere sol tıkladım.
Doğu’nun bu talimatı sinirimi bozdu ve günlüğü bu sefer kaldığım yerin daha gerisinden bir sayfa açarak okumaya devam ettim:
                                                                                                                                         02.Aralık.2013
“Merhaba Güncem!                                                                                                      
Bir senedir sayfalar karaladım durdum. Bak, kaç sayfa koparmışım senden. Ben kendisini aşamamış birisiyim. Rezalet özellikleri olan ve şu çok başarılıların olduğu hayatta olabilecek en başarısız insanlardanım.
Günce!
Ben fakirim. Ben aptalım. Ve ben şanssızım. Bil ki hayatımda her şey tepe taklak; ama kendime yalan söyledim ve dedim ki: “Her şey yolunda!” Şu basit sınavı bile halledemedim.” Hem de bir senede dört kere girdiğim şu aptalların bile kolaylıkla geçtikleri o düzeysiz sınavı...
Günce!
Dora adında bir kadınla tanıştım, onu istedim. Çok hem de… Ama bu halimle artık onu isteyemem.
Günce, kendimden nefret ediyorum. Tiksiniyorum; çünkü böylesine düşük bir zekâyla yaşamak çok zor. Aptalın tekiyim ben. Griziekalıyım”

Kendi kendime güldüm. “Geri zekâlı” bile yazamamıştı Doğu, “Belli ki bunları yazarken oldukça dibi boylamıştı. Üniversite yıllarından bahsediyor.” diye düşündüm. Dora’yla son senesinde tanışmıştı. Yazdıklarını pek önemsemedim, genellikle halet-i ruhiyesi böyleydi Doğu’nun. “Okulda öğretildiği zannedilenlerin bir işe yaradığı görülmemiştir, bunlardan sınanmış olduktan sonra o sınavların neticesi bir insanı zeki ya da aptal yapmaz. Bu sınavların neticesi bir insanı daha kaliteli bir köle ya da en âlâsından bir asi yapar.” derdi. Buna katılmam mümkün değildi haliyle.
Güncenin bana ayrılan sayfasını okumaya kaldığım yerden devam ettim:
            “Denize iyice yaklaştık. Ay denize doğru alçalmıştı ve hafifçe pembeleşmişti. Yakamozun aydınlattığı ışık yolunda bir yunus balığı sakince su üstüne çıkmış ve nefes almıştı. Deniz sakindi. Denizin uzandığı dağlar alabildiğine karanlıktı. Bazen bir otomobilin ışığı dağın yamacındaki yolda görülüyor, saniyeler içinde kayboluyordu. Bu ıssız gecede vanilya kokulu sevgilim kollarımın arasındaydı. Saçlarını okşadım, sonra yüzünü…
- Yıldızlara bak Dora! Hepsi senin için biliyor musun? Hepsi senin için orada. Bütün bu görsel şölen, bütün bu galaksi senin için hazırlandı. Ne kadar şahane, değil mi? Senin için süslendi bu gece, bütün bu yaratılış…
- Evet, Doğu gerçekten çok güzel bir gece -alay ediyordu-. Geçen sene de böyle bir gece yaşamıştık, hep aynı yere geliriz ve burada sıklıkla gökyüzünü seyrederiz seninle. Sonra evlerimize geri döneriz. Bazen bana mektup yazarsın. Bazı harfleri hep eksik yazarsın, çok sık mektup yazıyorsun bana. Bütün mektuplarına cevap vermem çok zor oluyor. Biliyorsun ki ben harf hataları yapmaktan hiç hoşlanmam, o yüzden üstün körü yazdığın şu mektuplarına cevap vermem güç oluyor. Ayrıca cümlelerini de bir türlü tamamlayamıyorsun. Üç nokta kullanınca çok mu duygusal oluyorsun anlamıyorum. Duygusal olunca daha mı özel hissediyorsun kendini? Bir de Doğu, neden her zaman geceleri buluşuyoruz biz?
Bu sefer alaycı olan bendim:
- Çünkü ben bir vampirim.
 Gülmeye başladım. 
- Pek komik değil açıkçası. Ben artık bundan keyif almamaya başladım. Bu sahili görmek de istemiyorum açıkçası; çünkü sıkılıyorum. Koskoca gezegende bulduğun ve çok özel olduğunu hissettiğin bu sahile saplanıp kalmış olman beni düşündürüyor artık.
- Ama niçin? Bütün bir gezegenin her noktası işgal edilmişken, kendini ait hissettiğin bir yerde bulunmak kötü bir şey midir?
- Niçin işgal edildiğini düşünüyorsun? İşgal falan yok, bunları sen uyduruyorsun. Her yere gidebilirsin, özgürsün, kendini kapattığın kafesinden uzaklaşmak istemiyorsun; çünkü…
- Evet, çünkü?
- Böyle söylemek seni incitecek biraz; ama söylememem de sana haksızlık olur. Çünkü korkuyorsun. Beni sinirlendiriyorsun, sinirli olduğum zamanları biliyorsun ve bunu kasıtlı yaptığını düşünüyorum. Beni sinirlendirmek için böyle cümleler kuruyorsun. Nesin sen? Korkak! Sadece bir korkaksın! Burada, bu rıhtımda kaybolmuşsun. İşin tuhaf yanı şu ki: bu rıhtım da kayıp.
Evet, delicesine korkuyordum. Bu kayıp rıhtımda şu gecenin sabahını beklerken ben burada, elini tuttuğum sevgilinin çekip gitmesinden korkuyordum. Bir daha gözlerine bakamamaktan, sesini duyamamaktan, elimden onu almalarından korkuyordum. Bu rıhtımda kaybolup gitmek... Hiçbir zaman gelmeyecek bu gemileri beklerken gözyaşlarımın denize dökülmesinden korkuyorum. Tamamlayamadığım, boğazıma düğümlenen cümlelerden, tamamlanamayacak hayatlarımızın bir başka öyküyü geriye bırakmasından korkuyordum. Her geçen gün şiddetlenen kalp ağrılarımdan ve artık gerçeği bütünüyle kabul etmek istemeyeceğim için kendimi bu sahile demirledim. Gemim, defalarca kez bordolanmıştı; ancak ben bir savaş gemisi değildim. Sadece bir balıkçı gemisiydim. Tuttuğum balıkların ise hepsini denize atmıştım. O yüzden zayıfladım, bacaklarım, kollarım bir dal gibi kaldı.
- Dora, devam etmeni istiyorum sözlerine. Lütfen! Bunu benim için yap.
- On dört ay oluyor Doğu, on dört aydır anladım ki senin kendinde aşamadığın çokça problemin var. Bazen sana geliyorum ya hani, evin bitap durumda. Niçin kendine biraz daha güvenmiyorsun? Neden olanla yetiniyorsun? Niçin daha fazlasını istemiyorsun? Bunlar senin de hakkın değil mi? Senin de yaşamaya hakkın yok mu?
- Ancak ben yaşıyorum. Baksana şu gökyüzündeki yıldızlara!
- Başlatma şimdi yıldızına! Oradalar işte! Hep varlar, hiçbir anlamı yok. Hep de olacaklar.
- Ama biz olmayacağız.
- Evet, olmayacağımız için bir anlamı yok. Git ve karış hayata. Kurtul kendinden, saplantılarından.
Elini bırakıp kumlara uzandım ve gökyüzünü seyretmeye başladım. Çıplak gözle tek bir gezegen gibi gözüken Sirius orada ışıl ışıl parlıyordu. Hâlbuki içinde tüm gizemini korumaya devam ediyordu. Kafamı yana çevirdim ve ilerideki denizci fenerine baktım. Karanlıklar içine gömülmüştü. Bazı zamanlar lodos denizi çalkalarken rıhtıma gelip fenerin yanına giderdim. Fenerin ışığı yanınca anlıyordum ki fener, yükselen dalgalarla savrulan gemilere “Merhaba sevgili dostum! Korkma, ben buradayım!” diye selam veriyordu. Gemideki denizciler de şapkalarını ellerine alıp fenere sallıyorlardı umutla. Aralarında böyle bir dostluk, bir bağ oluşmuştu denizcilerle fenerin.
- Bir de çocuk gibisin sen. Bazen içine kapanıyorsun. On gün konuşmadığımız günler oluyor. Biliyorsun değil mi bir başkası olsa bir daha asla seninle konuşmazdı. Seninle defalarca bunun üzerine konuşmuştuk. Defalarca uyarmıştım. Eğer bir daha böyle bir şey olursa her şey biter demiştim.
- Özür dilerim Dora, papatya… Seni incittiğimi biliyorum; ancak bütün bu suskunluklarımın sebebi sen değildin. Anlatmaya çalışsam da ifade edemiyorum.
- Ben ifade ettim daha demin. Senin tüm suskunluğunun nedeni çaresizliğin; çünkü bir kadını zapt edemeyeceğini düşünüyorsun. “Bir kadın ne ister hayatında?” peki, hiç düşündün mü bunu?
- Evet, düşündüm.
- Ne ister söyle öyleyse?
- Aşk tabi ki...
- Ah Doğu, sen hala kuşlar mı bulutlar mı karar veremiyorsun. Kuşları tanrı zannediyorsun bu komedyanın içinde. Her şey senin için basitleşmiş, kendi dünyanı yaratmışsın. Sonsuzluğa inanıyorsun; ama gerçekler öyle acı ki, hiç de senin düşlediğin gibi değil. Sahalin[1] burası. Kurtul buradan artık.
Güncenin bir sayfasında Sahalin’den bahsetmiştim. Dora, yoksa günceyi mi okumuştu? Sırf o okusun diye ortalık yerde bırakırdım siyah kaplı defterimi.
- Kurtulmak, kendimizden değil mi Dora?
- Sadece kendinden kurtul Doğu.
- Yürümek ister misin biraz? Derenin oraya gidelim hadi.
Denize birleşen derenin yatağında bir kamelya vardı. Ahşabı yağmurdan iyice aşınmıştı, çatısı altıgen şeklindeydi. Her köşeye uzunlamasına yer alan banklar yere sabitlenmişti. Dereye bakan taraftaki bank sağlamdı; ancak bu bankın sağındaki haricindeki diğer bankların tahtaları eksikti ya da kırıktı. Bankta oturup derenin sesini dinledik. Gece kuşları üzerimizden geçti.
- Sanırım bunlar martılar. Baksana, kuzeye doğru mu uçuyorlar dersin?
- Hangi yöne gittiklerini umursamıyorum Doğu.
- Olsun, ne yapalım! Burada ilk kez sana seni sevdiğimi itiraf etmiştim, hatırlıyor musun?
- Evet, bunu yapabilmen dört ayını almıştı ve hep beni buraya getirip martılardan, sincaplardan, çöplükte yaşayan bir ihtiyardan, fakir mahallede yaşayan Ömer adında bir çocuk ve kedisinden bahsetmiştin.
- Hatırlıyorsun bunları.
Gülümsemiştim.
- Ne yazık ki hatırlıyorum; çünkü aynı şeyleri defalarca kez anlatmıştın.
Gülümsemeye devam ediyordum.
- Neden bu gece sürekli sırıtıyorsun? Fark etmedim değil, bu gece çok başkasın. Normalde böyle konuşsam çoktan içine kapanırdın. Dünya’ya küserdin.
- Ben Dünya’ya küsmem ki Dora, belki insanlara ama… İçimdeki sadece deniz ürpertisi… Yakamoz olmasaydı eğer…
Sözümü kesti ve şöyle dedi:
- Deniz ürpertisi mi? Ne manasız bunlar Doğu! Melankoli bizi tüketiyor. Bana küsüyorsun her seferinde. On gün konuşmadığın zamanlar oluyor, “Biz birbirimizi tamamlayamıyoruz bir türlü” bana bunu hissettiriyorsun.
Dora içine kapanmıştı. Kaşlarını çattı ve sustu. O, susup akıntıyı seyrederken ben de onu seyrediyordum. Kahverengi gözlerini ilk gördüğümde olduğum yerde kalakalmıştım. Saçları omuzlarına kadardı ve kestane rengiydi, dümdüz bir tutam saç teli sanki susamış gibi olan dudaklarına doğru uzanmıştı, ancak bu dudaklarının kuru olduğu anlamına gelmiyor, daha çok “ıslaktı” demek doğru olur dudakları için, ıslak olmasına rağmen susamış gibi yani…  Gözleri kocamandı. İncecikti vücudu… O gün, yeşil pileli bir etek giymişti, üstünde ise beyaz bir gömlek vardı, gömlek ince bedenini ve kollarını sarıyordu. Kahverengi çizmeleri oldukça eskiydi, çizmenin bağcıkları z şeklinde en üste kadar sıkıca bağlıydı.  
Bir balerindi Dora. Parmakları inceydi ve elleri, ellerimin yarısı kadardı. Onu ilk kez gördüğümde sevgili dostum, seninle beraber okulun kafeteryasındaydık. Sen, beni sarsmıştın “Ne oldu? Niye öyle donup kaldın?” diye. Benim ise kalbim durmak üzereydi. Nefes alamıyordum. Nasıl konuşabilirdim seninle? Nasıl ifade edebilirdim hislerimi? Edemedim de zaten. Durup orada benimle dalga geçmeye başlamıştın baktığım yeri fark ettiğinde. Hatta geri geri gidip masaya çarpmıştın gülerken. Sen, karnını tutup bana gülerken Dora seni görmüştü ve senin neye güldüğünü anlamadan senin gülüşüne gülmeye başlamıştı.
Biraz da güncemde senden bahsedeyim Mete. Sen, şahane gülen bir adamsın her şeyden önce. Düzgün kesim saçların ve her zaman modaya uygun kıyafetlerin tüm insanların ilgisini çeker. Saçlarını taramasan, üstüne ne bulup giysen dikkat çekersin. Ayrıca zengin olmana rağmen bonkör birisin. Senin sayende zenginlerin pinti olduğu fikrinden uzağım artık.
Seninle buluştuğumuz zamanlarda hesabı hep sen öderdin. Keşke bazen benim ödememe müsaade etseydin sevgili dostum. Paranın lafı olmaz; ama bu benim kendime olan güvenimi her zaman altüst etmişti. Kalabalık olduğumuz arkadaş sohbetlerinde bile bütün masanın hesabını sen ödüyordun. Garsona da iyice bahşiş bırakırdın. Bu senin çevrendeki insanları sana hayran bırakıyor sevgili dostum. Bir yıldız gibi parlıyorsun onların zihinlerinde.
Derdini anlatmazsın, genelde beni dinlersin yalnız kaldığımız zamanlarda. Aslında bunu anlayamıyorum ben, niçin benim gibi birisiyle bu kadar yakın arkadaş oldun? İnsanlar, kendilerinde bir parça gördüğü insanları yakınında tutar; sen ve ben ise hiç benzemiyoruz. Yoksa benziyor muyuz? Yoksa senin ve benim bütün bu farklılığımıza rağmen ortak hislerimiz mi var? Ortak bir nokta? Yoksa herkesten sakladığın karanlık bir dünyan mı var senin de? Fakat sen gülüyorken, bütün bu görkemi ve lüksü omuzlarında sırmalarla taşıyorken, evinin rutubet kokusu elbiselerine sinmiş benim gibi birisi çaresizliğini daha da fark etmez mi? Umut dolu birisi için bunun tam tersi biliyorum; ama ya umutsuzlar? Umutsuzlara bu Dünya’da yer yok mu? Yaşamaya hakları yok mu dersin Mete?
            Neyse kaldığım yerden anlatmaya devam ediyorum:
Dora, hafifçe başını öne eğdi. “Biraz yürüyelim mi?” diye sordum. Önünden yürüyordum. İkimiz de sessizdik. Böyle on bilemedin yirmi dakika kadar yürüdük.
- Buradan sonrasını bilmiyorum ben Doğu. İstersen geri dönelim.
- Ben biliyorum sevgilim. Biliyorsun buraya gelirim. İlerideki çamlığın orada bir çınar ağacı var, orada bir ağaç ev var. Görmeni istiyorum. Az bir mesafe kaldı.
İstemsizce beni takip etmeye devam etti.
Derenin bitimindeki sazlığın önüne geldiğimizde olduğum yerde durdum:
- Şimdi senden bir şey istiyorum. Gözlerini kapat ve on adım say.
- Bunu neden yapayım?
- Onuncu adımda kendimle ilgili her şeyi değiştireceğime yemin edeceğim ve değişecek. On adım sonra Dora. Bu karanlık rıhtımdan kurtulacağım. Senin on adımında. Senin… Sadece senin…
- Doğu, bütün oyunların gibi bu karanlık dünyan da saçmalıklarla dolu. Bir şeyin değişmesi için benim attığım adımlara ihtiyacın yok. Değişmek için kendi atacağın adımlara ihtiyacın var.
- Bizim adımlarımıza…
- Anlatsam, dil döksem nafile! Madem bu kadar saplantılısın, peki… Ancak bu gece son olacak Doğu. Artık yoruldum! Ben, yokum. Bu on adım benim ve senin için son on adım olacak. Kabul ediyor musun?
- Eğer bu son olacak dediysen eğer sevgilim, zaten sonu gelmiştir. Bu on adımı atsan da atmasan da ne değişir? Gözlerinde ben kalmamışım. Sen çoktan çok uzaklara gitmişsin.
Gözlerini benden kaçırdı ardından gözlerini kapattı. Adımlarını saymaya başladı. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on ve durdu. Bacağı dizine kadar balçığa gömüldü.”
Mete, şimdi lütfen listedeki diğer şarkıyı aç. “Mozart – Lacrimosa”
           “- Ne oluyor! Ne oluyor!
- Batıyorsun sevgilim.
- Doğu! Ne oluyor? Adım atamıyorum. Kımıldayamıyorum. Yardım et, çıkar beni buradan!
Diye bağırmaya başladı Dora. Sesi titriyordu.
- Belki biraz da olsun beni anlıyorsun şu anda papatya. Kıpırdayamıyorsun, bir bataklığın içindesin. Ne yapsan çaresiz. Karşında duran zavallı bana sesleniyorsun, yardım istiyorsun düşkün olan benden hem de. Sesini duyurmaya çalışıyorsun. Tam karşımdasın, sevdiğim kişi bataklığın içine gömülüyor ve ben onun sesini duyuyorum, ancak duyduğum bu sesleri anlayamıyorum. Çırpınıyorsun, can çekişiyorsun, kalbin duracak gibi çarpıyor ve burada benden başka hiç kimse yok. Burada benden başka hiç kimse sana yardım edemez. Sana benden başkası yardım edemez.
- Ne olur Doğu. Tamam, sevgilim! Seni seviyorum. Anladım seni. Yemin ediyorum sana sarılacağım, seni ölene kadar terk etmeyeceğim. Yeter ki beni bu lanet olasıca yerden çıkar, yalvarıyorum.
- Seni duyamaz mıyım? Kulağımı sağır edecek kadar çığlık atsan da sözlerini anlayamaz mıyım? Duyamam. Çırpınırsın bataklığın içinde. Seni sevmek yanlıştı Dora, bana gelmek yanlıştı, çok yanlıştı… Bunu anlamıştın sen de, ilk ay anlamıştın bunu. Yalnızdın. Şehre yeni gelmiştin. Kimseyi tanımıyordun. Yalnızlıktan korkar insan, yalnızlığı sevmez. Rıhtımdan korkar, dalgalardan korkar, lodostan, fırtınadan korkar, derin gecenin içinde bir bataklığa saplanmaktan korkar sevgilim. Bu yüzden kendisine güneşli limanlar arar, ışıklı geceler ister, paranın aydınlattığı restoranların ışıklarıyla balık kokusu alkol kokusuyla birleşir, taş kalpli patronların metreslerinin yüzleri güler, onların çocuklarının oyuncağı olur güzel yüzlü kadınlar. Bütün aşk oyunlarını onlar oynar, sonra sıkılırlar bu sıradanlaşmış oyundan. Masadan kalkarlar, bu kadınlar güzelliklerini yitirince terk edilmiş limanın ilerisindeki bataklığa saplanırlar. Onların sesini kimse duymaz Dora. Ben her gece bu limanda, bu bataklıktayım. Binlercesinin çığlığı kulaklarımda…
- Çıkar beni buradan yalvarırım. Çıkar! Yalvarıyorum çıkar Doğu! Sen böyle biri değilsin! Sen bu dünyanın en saf yürekli insanısın. Bu yüzden seni sevdim ben. Bu yüzden sevgilim!
- Beni sevdiğini ilk kez söyledin bu gece. İlk kez bana sevgilim dedin. Ah hayat! Ne kadar özelsin! Seni yaşamak için söylememeye yemin ettiğimiz sözleri söyleyebiliyoruz, inanmayanları bile aşka inandırıyorsun sen.
- Hayır! Ben seni hep sevdim! Hep sevdim!
- Dora… Beni sevmedin. Beni hiçbir zaman sevmedin sen sevgilim. Belki bir başkasını... Bilmiyorum mu sanıyorsun? Mete’yle buluştuğunuz zamanlardan haberim yok mu sanıyorsun? O güncenin içindekiler bir aptala aitti; ancak benim gibi aptalların haricindeki diğer aptalların hâkim olduğu bu Dünya’da beni sıradanlaştıran sizdiniz. Benim elimi tutarken onu seyrediyordun. Benimle sevişiyorken onunla seviştiğin anları düşlüyordun. Ancak öyle çaresizdiniz ki ikiniz, bunu bana nasıl açıklayabilirdiniz, değil mi? Hayatın hiç olduğu o sevimsiz yerde, bataklığın ortasında beni yapayalnız bırakıp sırtınızı dönüp gitmiştiniz. Şu gecede, sahilde, elini tuttuğum her anda, dünden bugüne, asla ve hiçbir zaman kalbinde olmadım sevgilim. Sana söyledim, bu gece sonsuz bir gece olacak diye. Bir daha gün doğmayacak. Bu gece ay pembeden kırmızıya dönüşecek. Bu gece işte benim bu kaybolmuş rıhtımımın bataklığına, Dünya’nın içine çekilip ortadan yok olacaksın. Bu aşk üçgeninde sen gecenin sonsuzluğunun bir parçası olacaksın.
Omuzlarına kadar bataklığa gömüldü Dora. Artık ellerini yüzüne götüremiyordu. Sadece hıçkırık sesleri işitiliyordu. Sonra… Sonra ne mi oldu Mete? Arkamı döndüm ve çekip gittim. Gittim Mete! Öylece onu bırakıp gittim.”
Güncenin sonuna gelmiştim. Evin içi bir anda soğumuştu ve bütün bedenim bir buz kütlesine dönüşmüş gibiydi. Titremeye başladım. Oturduğum yerden doğrulamıyordum. Lacrimosa tekrar tekrar çalıyordu; şarkı ayak parmak uçlarımda başlayıp saç tellerime kadar buz tutmuş bedenimi sarıyordu, kıpırdatamadığım aciz bedenimin her hücresini teker teker öldürüyordu. Düşünmeye başladım. Dora, yoktu artık. İçinde bulunduğum bu ev bir katilin eviydi. Bir katilin odasında onun bana yazdıklarını okuyordum. Güçlükle yerimden doğruldum. Mektupların ikisini de yırttım. Günlüğü elime aldım ve kalan satırları okumaya devam ettim:
“Mete, biliyorum. Şaşkınlık içindesin. Nerede olduğumu bilmiyorsun. Güncenin sonuna geldin. Bunca oyuna ne gerek vardı, değil mi? Evet, bunca oyuna ne gerek vardı? Neden oynadınız bu oyunu? Oyunlara karşı oyunlar Mete… Sizin sevdiğiniz de bu değil mi zaten? Bu oyunda herkes mi kaybetti? Sen, ben ve Dora… Emin misin Mete? Emin misin dostum? İkiniz de asla unutmayın, olur mu? Hepimiz aynı bataklığın içindeydik; fakat sadece ben kaybettim. Sana da elveda! Elveda!”
Kapının zili çaldı. Başım dönüyordu. Duvara tutuna tutuna kapıya ulaştım. Kapıyı açtığımda Dora karşımdaydı, boğazına kadar balçıkla kaplıydı. Yorgundu, üzgündü, çaresizdi… Bir de şaşkınlık eklenmişti bu perişan haline o an. Bana doğru bir adım attı, bense kapıyı yavaşça yüzüne kapattım.




[1] Romanov Hanedanlığı sırasında sürgün ve kürek cezasına çarptırılanların gönderildiği ada. Adada cezaya çarptırılanlardan oluşan bir koloni vardır adeta.



                                                                                                              YAZAR: CÜNEYT ÖZKURT

 Öykü Seçkisi, Bataklık Temalı Öyküler

Otobanda Kaybolanlar


“Uyan! Hey! Hadi uyansana!” diyen bir kadın vardı başucumda. Ağzımın yarısı toprakla dolmuştu. Kupkuru bir tat ağzımda ve bazı kum taneleri boğazıma dizilmişti.
Ağzım açık olmasına rağmen nefes alamıyordum. Burnumun sağ tarafının yarısına kadar da girmişti kum taneleri. Nefes almak, hiçbir eylemi olmayan bedenimin en zor uğraşına dönüşmüştü adeta. Kalp atışlarım önce hızlanmış, ardından yavaşlamıştı. Yarı baygın halde olsam da içimde büyüyen  heyecanı anımsıyorum, “Evet!” Bunu gayet iyi şekilde hatırlayabiliyorum. Hatırlayabildiklerimin en iyisi bu hatta…
Ardından bırakmak istedim. Kendiliğinden akıp gitmesini ve tatlı uykumdan uyanmak istemedim. Ağzımda, burnumda kum tanecikleriyle, güzel, huzurlu bir uyku… Neden olmasın? O anda bundan iyisini mi bulacaktım sanki? Rahatsız hissettirse de tepeme dikilmiş güneşe de aldırış etmeyecektim tabii ki. Sanki Dünya’yla flört ediyormuş gibiydi o da. İyice yanına sokulmuş, ondan pek de masum sayılmayacak bir öpücük dilenecek hali vardı. Dünya ise, mağrur haliyle denizlerinden buharlar yüksele yüksele onun o sıcak aşkına boyun eğmeyecek gibiydi. Güneş’in bu yersiz hisleri yüzünden Dünya’yı ele geçirmiş milyarlarca kanser hücresinden bir tanesi, bu yoğun sıcaklığı hissetmek zahmetini çekmek üzere toprağın üzerine sere serpe uzanmıştı istemsizce.
“Hey! Uyan! Hadi, uyan!” ses daha telaşlıydı. Sırtımda otuz sekiz numara bir bot hissi… Sağa sola sallanıp duruyordum.
“Hay aksi! Uyanmayacak mısın sen?” diğer gözüm aralandı. Dirseklerimin ve dizlerimin üzerinde durdum. Ağzımdaki ıslak kumların yere düşüşünü gördüm hayal meyal yarım açılmış sol gözümle. Sağ gözümü iyice yumdum, kum dolu bir adet göz…
“Su! Su var mı? Bir yudum da olsa…” kısılan sesimle yavru bir kedi gibi inledim.
Bana doğru eğildi ve kahverengi, yeşil matarasını uzattı. Mataranın metali elimi yaktı önce; ancak acıya aldırmadan kupkuru, tozlu dudaklarıma götürdüm matarayı.
“İç bakalım!” dedi. Sesinde bir tür memnuniyetsizlik vardı. “Teşekkürler! Çok teşekkür ederim!” dedim suyun ilk yudumundan sonra. Suyun bir kısmıyla yüzümü yıkadım. Matarayı ona bakmadan uzattım ve yattığım yere bu sefer bağdaş kurup oturdum.
“Ne yapıyorsun otoban kenarında böyle? Niçin böyle uzanıyorsun boylu boyunca?” dedi bu sefer. Tekrar bayılmak istiyordum olduğum yere.
“Açıkça söylemek gerekirse bilmiyorum.” dedim. Bu sefer ona bakmaya çalıştım; ancak güneş gözlüklerinden yansıyan güneş ışınları gözümün içine girdiği için rahatsız oldum. Sol üst dudağımı burnuma doğru çektim ve gözümü kıstım.
“Nasıl? Gerçekten bilmiyor musun? Yani koskoca şu otobanın kenarında, yanında şu yabancı adamla uzanmış uyuyorsunuz(!) ve niçin burada uyukladığınızın farkında değilsiniz, öyle mi?”
Açıkçası yanımda yabancı bir adamın yatıp yatmadığının bile farkında değildim.
“Adam mı?” dedim. “Ne adamı? Nerede adam, hani?”
Kafasıyla sağıma doğru işaret etti. “Şu mavi gömlekli işte! Halinden gayet memnun gibi uyukluyor orada. Bence arkadaşını uyandırmalısın.”
Adamın mavi gömleği tozdan kahverengiye kaçmıştı. Kafasında kırmızı-beyaz, boğasıyla meşhur olan bir basket takımın şapkası vardı. Dizini karnına doğru çekmiş, diğer ayağı boylu boyunca uzanmıştı. Sol kolu ensesindeydi ve rahatsız edilmek istemiyormuş gibi bir hali vardı.
“Şunu söylemem gerekir ki ben bu adamı tanımıyorum. Açıkçası yolun kenarında ne işimizin olduğunu da bilmiyorum. Etrafımızda bizden başkasının olmadığı da çok açık… Şu ana kadar buradan senden başkası da geçmedi. Bu arada yardımcı olduğun için tekrar teşekkür ederim.” dedim kararsızlık ve akıl karışıklığımla dolu titreyen sesimle. Durmadan teşekkür etmek isteğim acınası bir şekilde durdurulamaz haldeydi. Üstümdeki tozu silkeledim.
“Planın nedir bundan sonrası için? Belli ki bir şeylere karışmış gibisiniz siz ikiniz. Buradan gelip giden de yok. Yürüyerek bu mesafeyi aşamazsınız.” dedi kısık sesle. Tanımadığım bu kadının ses tonu, o anda alto bir jazz şarkıcısının sesindeki huzur gibi kulaklarımdaydı.
Yüz metre ileride makiler rüzgârla beraber kıpırdanıyordu. Küçük bir hortum yerdeki tozu havaya kaldırmış kendi halinde geziniyordu. Asfaltın üzerindeki sıcaklık, hareler halinde gökyüzüne yükseliyordu. Ayak tabanlarım güneşin kavurduğu toprağa basmakta kararsızdı. Başımda tarif edilemeyen bir ağrı vardı, gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. Ensemi kaşıdım:
“Bugün benim günüm değil. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Buradan nereye gideceğimi de bilemiyorum. Burada böylece beklesem neyi beklemem gerektiğini ve sonrasında ne yapmam gerektiğini de bilmiyorum. Hangi yöne gitmeliyim? Aslında daha temel bir soru sorarsam kendime: yönler nelerdi? Bu yönler beni nereye götürecek, bunları da bilmiyorum. Şanssız bir gün anlayacağın… Bazı zamanlar böyle günler oluyor; ne yaparsan yap, o gün senin günün olmayabiliyor, değil mi? Çok özür dilerim! Böyle yol kenarında, güneşin altında lafa tutuyorum seni. Gerçekten hatırlamadığım için bütün bunlar.”
Dişlerini göstererek gülümsedi. Bir meltem siyah, uzun saçlarına esip yüzünü kapattı. Saçlarını avuçlarında topladı. Bir düğümle topuz haline getirdi. Bir elini beline koydu ve başını hafifçe öne eğdi:
“Oyun oynamayı seven birisin belli ki, ama neyse! Eğer gerçekten yerde yatan bu adamı tanımıyorsan ya da bu adamı tanıyorsan, hazır o uyuyorken ondan kurtulmak şansına sahipsin demektir ve eğer istersen motora atlayabilirsin; daha fazla beklemeyeceğim çünkü.”
“Gerçekten bu olabilir mi? Yani seninle gelebilir miyim?” telaşlanmıştım, başımdaki ağrıyı geçici bir süre unutmuştum.
“Hey! Fazlasıyla heveslisin…” bu tavrını beğenmemiştim. “Niçin böylesine gelmek istiyorsun bakalım?” dedi dalga geçercesine yüzündeki o alaycı gülümsemesiyle. Sağıma, soluma baktım yavaş bir şekilde.
“Sence burada böylece kalmayı hangi yarım akıllı isteyebilir ki?” dedim aynı alaycı gülümseme şimdi benim suratımdaydı.
“Yarım akıllı ha(!) Öyleyse atla, buradan gidiyoruz.” dedi yaklaşık on dakikadır sürdürdüğü kararlılıkla.
Siyah, güçlü bir chopperdı motoru. Çalışır haldeydi. Motora baktığımda aklımın derinliklerinde beliren bir adam vardı. Oldukça genç; kumral, uzun saçları vardı. Tamamen buna benzemese de onun da siyah bir motoru vardı. Sinemanın önüne çekerdi motorunu. Motor çalışmaya başladığı zaman motorun sesi çevredeki gürültüyü bastırır ve motor kendi gürültüsüyle çevreyi yalancı bir sessizliğe bürürdü. Bazıları bu gence küfür etse de motorun üzerindeki yeni yetme kendisine hayran olunduğunu zannedip insanlara caka satardı. Genç adam, motora gaz verdiğinde ses daha da kuvvetlenip sokakta avazı çıktığı kadar bağıran bir su aygırının sokağın sonuna süratle ilerlediğini düşünürdüm. Su aygırı ilerledikçe sesi de git gide uzaklaşırdı. Sokaktakilerin bu iri hayvanın üstündeki gencin ardından ettikleri birkaç saniyelik küfrün Dünya’nın olağan döngüsünde, zaman ve mekân tanımadan atmosfere karışarak birkaç leyleği güldürdüğü kanısındaydım.
Sinemanın önünde beklediğim bir andı hatırladığım: Ses uzaklaşıyor, yeni sesler aynı şiddetle gücünü alırken kimse kimseye küfür etmiyordu tabii ki.
Motorun arkasına atladım.
“Belimi tut!” dedi. İlk önce utandım. Birkaç saniyelik duraklamadan sonra “Hadisene belimi tut, bundan çekinecek hafızaya sahip olmadığını söylüyorsun ya, o halde hadi!” dedi sesindeki olağan alaycı tonuyla. Fakat yine de kendimi güzel vücutlu kadınların peşindeki ahmaklar gibi hissetmekten alıkoyamadım. Sesi bu kez daha kararlıydı. Bir refleksle belini tuttum ve gazladık.
Rüzgâr, yüzüme vuruyor başımı geriye doğru itiyordu. Saçlarım alnımdan yükselerek geriye doğru süzülüyor ve saçlarımdan ayrışan tozlar arkamızda ince bir iz bırakıyordu. Yoldaki kesik şeritler, biz hızlandıkça tek bir çizgi gibi gözüküyordu. Güneş, üstümüzde bizimle beraber yolda seyreyliyor, bir grup takipçi kuş üstümüzden alçak uçuşlar yapıyordu. Açıkçası kuşların türünün ne olduğunu hatırlayamıyordum; ancak siyah renkte ve baktığımda zorlukla uçtuğunu düşündüğüm kuşlardı bunlar.
“Senin bir ismin var mı?” dedim kulağına doğru eğilerek. Duymadı. “DUYMUYORUM!” diye bağırdı kafasını yana doğru çevirerek. “Bağırarak söyle!” Motorun gürültüsü yine o genci anımsatmıştı yerli yersiz. “SENİİİİN İSMİN NEDİR?” dedim avazım çıktığı kadar bağırarak. Sesim rüzgâra takılıp geride bıraktığımız şeritlerde kalıyor gibiydi sanki.
Sağa yanaştı. Motordan indi, eliyle omzumu iterek: “Bak yabancı, yol kuralları koymamızın vaktinin geldiğini düşünüyorum. Hafızanın yerinde olmadığı palavrasını bana attıktan sonra benim ismimin ne olduğunu öğrenmenin sana bir yarar getireceğini de hiç düşünmüyorum. Bu yolculuğun sonunda, birbirimizi bir daha görmeyeceğimizi de sana açıkça söylemeliyim. Bu yüzden, bu süre zarfında birbirimizin isimlerini öğrenmek şeklindeki yakınlık kurma çabalarının bir anlamı bulunmuyor. Yerdeydin, seni gördüm, durdum ve seni uyandırdım. Ardından suyunu içtin, seni davet ettim ve sen de büyük bir hevesle benimle geldin. Soru sormak yok. Kim olduğumun bir önemi yok. Kim olduğunun bir önemi yok.”
Haklıydı. Otobanda seyreyleyen yalnızca bir araç vardı, o da bizim aracımızdan başkası değildi. Yola çıktığımız küçük zaman diliminde üzerimizden geçen türünü bilmediğim birkaç kuş dışında hiçbir şeye rastlamadık. Önümüzde uzayan ovaya baktığımda yalnızlığın derinliğini içimde hissetmiştim. Ancak bu ölümcül yalnızlığın ardından benimle konuşan bu güzellik abidesi kadının kim olduğunu merak etmemde ne gibi bir sakınca olabilirdi? Nerede olduğumuzun bilincinde değildim. Nereye gittiğimizi, nerede duracağımızı ya da nereye kadar devam edeceğimizin bilincinde değildim. Yüzünde tüm kararlılığıyla yola çıkmış olan ve tamamen siyah giyinmiş bu kadının beline sarıldığım yol boyunca, teninin sıcaklığını güneşin sıcaklığından hissedemiyordum. Her şeye yine bir engel, değil mi? Hissedeceğin o tek anda karşına çıkacak başka bir etkenin, hislerine ket vurması sonucu, yüzüne gülümseyen bir yabancıya tutkuyla, umutla bakma telaşı, kocaman bir utanma hissiyatı ve içine gömülmüş, utanmış bir adet insan müsveddesi bir başka bedenin arkasına sığınmış otobanda saatte yüz yirmi kilometreyle ilerliyordu işte. İçinde kıpırdanmaya başlayan solucanlar, karnından kalbine hücum ettikten ve boğazına kadar tırmandıktan sonra ağzından çıkıp onun ağzına hücum etmesi güdüsü, tam anlamıyla mide bulandırıcı bir hadiseden başka ne olabilirdi?
“Suratıma öyle bakma yabancı! Hepimiz birbirimize yabancıyız her nasılsa. Bu otobanda yalnız olabiliriz; ama emin ol ki başka bir yerde bir başkası daha var, mesela arkamızda bıraktığımız şu kırmızı şapkalı adam. Kim olduğunu bile bilmediğin hani. Orada öylece bırakmıştın. Şimdi belki o da bizim gittiğimizin aksi istikametine doğru gidiyordur. Belki yürüyordur. Belki de bir yolcu otobüsüne denk gelmiştir. Gideceği yeri hatırlıyordur belki de.”
“Bir yolcu otobüsünde olmadığına kalıbımı basabilirim.” dedim kibirliydi halim.
“Neden?” diye sordu; ama nedenin ne olduğunu da bildiğini düşünüyordum. Yine de cevap verdim:
“Yol aldığımız andan beri yanımızdan hiçbir araç geçmedi. Ben onun ters istikamete gittiğini düşünmüyorum, tabii eğer yürümeye cesaret etmediyse o başka. Ancak arkamızdan bir araç geliyor idiyse bize doğru yaklaşıyor olabilir ya da…”
“Ya da ne?”
“Ya da hâlâ aynı yerde uyuklamaya devam ediyor olabilir.”
“Evet, bu da olabilir.”
“Gayet halinden memnundu arkadaşın. Senin ağzın yüzün toz toprakken onun bir eli ensesinde sanki uçsuz bucaksız ovada güneşin keyfini çıkarıyordu.”
“Onu tanımıyorum dedim ya. Zaman kaybettiğimizi söylemiştin; fakat burada tanımadığım bir adamı bana sorarak zaman kaybediyorsun. Hem nereye yetişeceksin ki? Niçin zaman kaybediyorsun?” dedim ve bir anda soru sormamam gerektiği aklıma geldi. Karşımda kaşlarını çattı ve siyah, iri gözlerini gözlerime dikti ve kafasını yavaş bir şekilde sağa-sola salladı. Gözlüklerini alnına koydu. Gözlerindeki rimeller akmıştı. Ağlamış gibiydi; ama hayır, belli ki gözlerindeki yaşlar rüzgârdandı.
“Atla, tekrar yola!” dedi.
“Peki, kaptan!” dedim.
Dağların yamaçlarından geçtik. Güneş sağımızda kalmıştı ve denizin üzerinde binlerce pırıltı bırakmıştı. Dalgalar çizgi halinde hareketliydi, bulutlar durmadan yer değiştiriyordu. Bazısı elma şekeri yiyen bir kız çocuğuna, bir diğeri bir kuzuya, bir başkası da peri bacalarına benziyordu.
Peri bacaları… Üstünde rengârenk balonların uçuştuğu, balonlar uçuşurken çocukluğumda onlara erişsin diye yaptığım şeytan uçurtmalarım gözlerimin önüne geldi bir an. Motorun arkasından geliyordu oyuncağım. Babamla ilk yaptığımız büyük gövdeli, kırmızı uçurtmam peşimden özgürce göklere yükseliyordu. Güneş’e doğru, ipin sonuna kadar, o rüzgârla hareket ettikçe püsküllü kuyruğu dalgalanırdı. Bazen güneşin önüne geçip ufak bir gölge bırakırdı üstümüze. Mavi, kırmızı ve sarı, yeşil ve pembe balonların peşinden onlara erişmek mutluluğuyla bizimle beraber yol boyunca yükseliyordu kâğıttan kanatlarıyla. Kavga etmek için değil, bir başka çocuğun uçurtmasını avlamak, onu düşürmek, bozguna uğratmak için değil. Sadece ve sadece özgürce yükselmek geçmişime… Babama, anneme, aileme… Geçmişimde unuttuğum dostlarıma… Güldüğüm zamanlarım, anılarım, motosikletli kızın beline güvenle sarıldığım anın, yüzümdeki toprağın, yanımda yatan yabancının, arkamda bıraktıklarım ve peri bacalarının üstünden uçan geçmişimle, dokunulmazlığım rüzgâr olmuş, gözüme ilişmiş ve gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüp güneşin kavurduğu asfaltta düşüp kayboluyordu. Derin bir acı motosikletli kızın güneş gözlüklerinin ardında rimellerini akıtmıştı. Belki bize doğru akıyordu, belki bizden sonrasına doğru… Soru sormak yasaktı.
Dağlar, geçitler, viyadükler geçtik. Önümüzde yaşama dair hiçbir şey görmedik. Arkamızda sadece ince çizgiler bıraktık. Yol alabildiğine uzun, yol alabildiğine sonsuzdu. Yollar, ne gökyüzünde gördüğümüz elma şekeri yiyen kıza, ne bir kuzuya, ne peri bacalarına varıyordu, varacaktı…
Biz; o yol boyunca saatler, günler, aylar, yıllar boyunca yol aldık. Ne ben ona ismini bir daha sordum ne de o bana bir şey anlattı. Ona tutundum. Ona güvendim. Rüzgâr, yine gözlerimizdeydi, onun rimellerini akıttı, benim geçmişimi gözlerimden… Güneş, bu yıllar boyunca hiç batmadı. Biz otobanda motorun tekerlekleri üzerinde bazen diğer şeride geçiyorduk, sıkılınca diğer şeride… Gittik… Durmadık… Durmadık… Duramadık… Ta ki son ana kadar…
“Hadi bakalım yabancı, zamanı geldi artık!” dedi hep o kararlı haliyle. Boğazım düğümlendi. Sesim çıkmadı. Bir şey diyemedim, diyemezdim. Kalbimde bir tür acı hissettim. Nefes almakta zorlandım. Nefesim kesiliyor gibiydi. Gözlerim yaşlarla doldu. Başımı önüme eğdim ve gözlerimi gizledim. Kızgın toprağa gözyaşlarım düşmeye başladı.
“Gitme zamanı geldi yabancı! Artık ayrılma vakti.” dedi. Alnındaki gözlükleri gözlerine indirdi.
“Gidiyor musun, beni böylece bırakıp?” dedim güçlükle, hıçkırmaya başladım.
“Gidiyorum! Ancak seni sana bırakıyorum.” dedi, yüzüne baktım uzun uzun adını bilmediğim, senelerdir birlikte yol aldığım bu sevdiğim yabancının.
“Bana mı?” dedim şaşkınlıkla.
“Evet, sana!” ve işaret etti eliyle. “Seni arkadaşına getirdim.”
Yerde yatan adama baktım. Kırmızı şapkalı, mavi gömlekli, huzurla uzanmış olduğu yerde. Aracı takla atmış ve kazanın yaklaşık yirmi metre ilerisinde yatan adamı seyrettim. Kendimi seyrettim başucumda. Kendimi ve geçmişimi… Etrafta hızla ilerleyen arabaları gördüm. Yavaşlayan trafiğin içinde bir çocuğun gözlerimin içine baktığını gördüm. Sonra gökyüzüne baktım. Kırmızı uçurtmamı gördüm, püskülü gökyüzünde bilinmeyene doğru salınıyordu. Ona doğru yükseldim. Uçurtmama doğru. Sonra ben uçurtma oldum ve sonsuzluğa uzanan otobanı seyrettim gökyüzünden hüzünle. Gözyaşım, yeryüzüne düşmeden buhar olup uçtu gitti. Motosikletli kız ise bir başkasına gidiyordu üstünde siyah t-shirtüyle.
                                                                                                 Yazar: Cüneyt Özkurt



                                                                                                           

  Öykü Seçkisi, Peri bacaları Temalı Öyküler

Tepedeki İnce Sis


                                                                  
Tepenin ardında sis yükseliyordu. Sis, dağın yamaçlarından aşağıya doğru bütün çam ağaçlarını gri bir örtü gibi örtmüştü. Rüzgar, hafifçe esiyor ve çınar ağaçlarının yaprakları rüzgarla savruluyor ve sararan yaprakların bazıları ormana düşüyordu. Çimenlerin üzeri çiğle kaplanmıştı, dağın hemen alt yamacındaki göle yağmur damlaları düşmeye başlayınca etraftaki küçük hayvanlar, koca meşe ağacına doğru koşuştular. Yağmurun göl üzerine dökülen ilk damlalarından sonra gökyüzündeki bulutlar daha fazla karardı. Ardından bir gök gürültüsü geldi; rüzgar, biraz daha şiddetini arttırdı.
Küçük bir sincap, yaşlı meşe ağacının büyük dallarına tırmanıp yuvasına doğru yol aldı. Yuvasında üç küçük yavrusu vardı. Anne sincap, meşe ağacının hemen ilerisindeki yaşlı ceviz ağacından iki cevizi ağzına almış ve yuvaya geri dönmüştü. Bütün bu yol boyunca küçük kalbi öyle hızlı çarpmıştı ki sonunda yuvasına geri döndüğü ve yavrularına kavuştuğu için biraz olsun içi rahatlamıştı. Yolda neler yoktu ki: Bir baykuş kafayı ona takmıştı belli ki. Günlerdir gözü üzerindeydi. O nereye gitse o büyük gözlerin sahibi, dalların üzerinden kocaman kanatlarını açıp bir başka dala uçuyordu. Zavallı sincap öylesine ürküyordu ki: “Eğer bana bir şey olursa yavrularım ne yapar?” diye iç geçiriyordu yerli yersiz. Yavrular, daha kendilerini besleyebilecek kadar büyümemişti. “Ama iyi ki bir yuvam var, iyi ki de ağacın bu güvenli gövdesindeyiz ve oldukça da yerden yükseğiz; yoksa o koca yılanlardan korunmamız imkansızdı.” diye düşündü anne sincap.
Yavrular, annelerini gördüklerinde gözlerini hafifçe araladı. Anneleri, ağzına sığdırdığı cevizleri çıkarıp cevizlerin kabuklarını hızlıca soydu ve her bir parçayı yavrulara paylaştırdı. Minikler, yemeklerini öyle iştahla yedi ki, yemeğin ardından birbirlerine sokulup hemen uykuya daldılar oldukları yerde. Anneleri onları seyretti, dışarıda yağmurun sesi daha da şiddetlenmişti. Hava iyice kararmıştı. Gökyüzü, şimşeklerle bir anlığına masmavi oluyordu, ardından esen rüzgarın uğultusu ormana yayılıyor ve rüzgar dağın yamacına doğru hızla esiyordu. Anne sincap, yavrularını bir an olsun gözünden ayırmıyordu. Uyumuyor; rüzgarın, yağmurun, gökyüzünün kızgın semfonisini dinliyordu.
Sabaha karşı bulutlar dağılmıştı. Gökyüzünde geceden kalma bir belirti yoktu. Bulutlar çekilmiş, sis dağılmıştı. Gölün üzeri masmaviydi. Bir grup balıkçıl gölün üzerinde uçuyor, yeşil başlı ördekler yavrularıyla sakince yüzüyordu.
Anne sincap, yuvasından çıkıp ağacın en üstüne çıktı. Gölün ilerisindeki kasabaya baktı. Kasabadaki evlerin bacalarında dumanlar tütüyordu. Dumanın biraz gerisinde bir grup insan bir binanın inşaası için ter döküyordu. İnşaatın sesi ormanın derinliklerine kadar ulaşıyordu.
Meşe ağacının karşısındaki çınar ağacında tünemiş koca gözlü baykuşu gördü anne sincap. Korkuyla ona bakarak daha aşağıdaki dallara doğru koştu aceleyle. Bir kozalak buldu. İçindeki fıstıkları tek tek ayıkladı ve hepsini ağzına doldurup tekrar yuvaya doğru koştu. Yavrular uyanmış ve heyecanla annelerini bekliyordu. Fıstıkları teker teker soyduktan sonra yavrularına paylaştırdı her zamanki gibi ve karınları doyan yavrular bu sefer günün güzelliği ve neşesiyle birbirleriyle didişmeye başladılar. Birisi, birisinin kulağını ısırıyor; diğeri, öbürünün bacağını dişliyor; öbürü, ikisinin üzerine çıkıyor ve hepsi birden oldukları yere düşüyordu. Anne ise bazen onlara kızıyor, yere düşen yavrularını yerden kaldırıyordu.
Baykuş, ağaç kovuğuna yakın bir yere tüneyip yuvanın içine gözleriyle sonuna kadar açarak bakıyordu. Tek gözünü yuvaya doğru yaklaştırmıştı, içerde ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Anne sincap, baykuşu fark ettiğinde korkuyla yavrularına sarıldı. Baykuş olduğu yerde tüylerini kabartmış yuvayı pür dikkat seyrediyordu. Anne sincap korktukça baykuş yuvaya daha fazla yaklaşıyordu sanki; ama sadece karşıdaki dalda tünemişti bu korkutucu düşman. Korkmanın bir anlamı yoktu onun için şimdilik.
Bir süre sonra kocaman kanatlarını açıp ormanın derinliklerine doğru uçtu yırtıcı kuş. İyice yükseğe çıktı. Dağın üstüne doğru açtı kanatlarını. Zirveye vardığında ormanın derinliklerine baktı. Gölün ilerisindeki köyde bir hareketlilik vardı. Gözlerini oraya dikti bu sefer, ardından merakla dağın zirvesinden köye doğru uçtu. Gölün üzerinden kasabaya vardı. Bir evin bacasına kondu. Evin hemen arka tarafında bir grup insan hareketlenmişti. Sarı iş makineleri, bir ileri bir geri hareket ediyordu. İşçilerden birisinin beyaz bir kasketi vardı. Beyaz kasketli olan, etrafındakilere emirler veriyor ve bu emirler neticesinde makineler belli bir düzende hareket ediyordu.
Baykuş, bulunduğu bacadan diğer bacaya uçtu. Diğer tarafta ise başka bir grup işçinin daha büyükçe bir iş makinesinin üzerine çıktığını gördü. İçlerinden birisi bu ürkünç cihazı sürüyordu, diğerleri ise neşeli bir şarkı tutturmuşlardı o sırada:
Hele bir bak koca yanardağın ardındaki ağaçlara
Kalmayacak bir tanesi biz geliyoruz o dağlara
Elimizde baltalar, satırlar var bizim
Hey yaşa sen ulu kapitalizim
           
Baykuşun gözleri iyice açılmıştı, koca kanatlarını açtı ve ormana doğru uçtu. Hızla ormanın derinliklerine yöneldi. Etrafta neşeyle cıvıldaşan kuşlara, ondan kaçan tavşanlara, geyiklere, kurtlara, ayılara, tilkilere durumu haber verdi. Hayvanlar, korkarak ormanın içlerine doğru çekildi. Öylesine çaresizlerdi ki yapabilecekleri başka hiçbir şey yoktu. İnsanlar, iş makinelerini ormana doğru sürecek ve kanlı eylemlerini başlatacaktı.
Baykuş, meşe ağacına doğru yöneldi. Ağacın karşısındaki çınara kondu ve anne sincapa göz attı. Anne sincap yuvasında değildi. Yavrular içerideydi. Baykuş, telaşla ne yapacağını bilemeyerek yuvaya yaklaştı ve yuvanın girişine pençelerini sapladı. Yuvanın içine sağ kanadını soktu ve üç yavruyu kanadıyla yuvanın dışına çekip pençlerine aldı ve ormanın derinliklerine doğru uçtu.
Anne sincap, ağzında iki cevizle geri döndü yuvaya, içeride yavrular yoktu. Telaşla yuvandan çıktı ve ağacın aşağısına doğru koştu, sağa baktı, sola baktı; ama yavrulardan eser yoktu ortada. Telaş telaş üstüne. “Neredeler?”. Korkusu gittikçe şiddetlendi. Aklına koca gözlü baykuş geldi ve küçük kalbi çarpmaya başladı. Meşe ağacının hemen aşağısında kapıldığı korkuyla sarmaşıkların arasında olduğu yerde düşüp kaldı.
İş makineleri çoktan yola çıkmıştı. Büyük bir gürültüyle makineler gölün diğer tarafından ormana doğru yol alıyordu. Yaklaşık beş makine ve elli kadar işçi vardı bu küçük ordunun içinde. En büyük makine bir dozerdi, diğer ikisi kepçeydi. Diğer ikisi de silindirdi. Makineler tek sıra halinde ormana doğru girdiler. Kurtların, ayıların sesleri ormanın dışından geliyordu artık. İşçilerin sesleri ise ormanın tam içinden geliyordu. İşçiler, neşeyle söyledikleri şarkıyı daha da yüksek sesle söylemeye devam ediyordu:
Biz geldik ormana
Patron versin bize para
Bize ne gerek orman, ağaç, dere
Karnımız tok olsun gerisi hikaye
Anne sincap, hala meşe ağacının altındaydı, kalbi zorlukla çarpıyordu. Gözünü hafifçe araladı. Yavrularının üzüntüsüyle gözlerine yaşlar birikti. Evet, sayın okuyucu, bir sincabın gözlerine yaşlar birikti. Bir sincap aynı bir insan gibi üzüldü, gözleri doldu, iç geçirdi, kalbi çarptı ve baygın düştü. Belki de bir insan bir sincap gibi üzüldü, bir tilki gibi hislendi ya da bir baykuş gibi endişe etti.  
Zavallıcık yerinden bile kıpırdayamıyodu. İş makineleri ormanın içine doğru yanaştı, koca meşe ağacına doğru geliyordu. Belliydi, işte! o koca meşe ağacı… tam 950 senedir orada, kocaman gövdesiyle, tam karşılarındaydı. O ki hangi ordular onun gölgesinde dinlenmemişti, hangi rüzgarlar onun gövdesine çarptı geçti, onun dallarında hangi hayvanlar korundu. Dünya değişirken o, orada zamana karşı koymuştu. Şu koca yanardağ alev aldığında ayakta kalmayı başarmıştı. Kaç kez bu alevler dağın yamacından kurtulup insaların üzerine dökülmüştü. Kaç kez medeniyetler bu yanardağın aldında ezilip yok olmuştu. Kısa ömürlerinde zaferler kazanan şu insanlar kaç kez yanıp kül olmuştu. Kaç kez aldatmışlardı zihinlerini. Kurdukları üstünlükleri doğaya karşı kazandıkları bir zafermişçesine birbirine anlatan kralların oyuncağı olmuştu şu karşıdaki sıradan ordu.
Silindir, git gide yaklaşıyordu anne sincabın üzerine, küçük bedeni hareket edemiyordu. Gözlerinde biriken yaşları, makinelerin gürültüleri, kalbindeki acı… işte hepsi şimdi uzandığı yerdeydi. Derken yüksekten, gökyüzünün engin maviliğinden kocaman kanatlarıya süzüldü baykuş. Yere dalış yaparak pençelerine aldı anne sincabı ve tekrar gökyüzüne yükseldi. O an, yanardağdan dumanlar yükselmeye başladı. Hayvanlar ormanı terk etmiş ve göçe çoktan başlamıştı. Bir eşeğin üstündeki yavru sincapların üzerine doğru süzüldü baykuş ve anne sincabı onların yanlarına bıraktı. Anne gözlerini sevinçle açtı ve yavrularına sarıldı. Baykuş ileriden bir ceviz ağacından pençelerine alabildiği kadar ceviz aldı ve onlara bıraktı. Anne sincap, dağa doğru çevirdi kafasını. Alevler yükseliyordu dumanlı tepede, lavlar dağın yamacından koca meşeye doğru, oradan göle ve kasabaya akıyordu. O sırada bir grup martı kasabanın üzerinden geçip kuzeye yönelmişti.


                                                                                                         YAZAR: CÜNEYT ÖZKURT
   Öykü Seçkisi, Yanardağ Temalı Öyküler





Hayaller Atölyesi

HAYALLER ATÖLYESİ                                                                                                                          K...