Denize nazır olan şehrimizde artık
martıları denizin üstünde, semada eskisi kadar görmüyorum. Eskisi gibi suyun
üzerinde yüzdüklerini, vapurun peşine takıldıklarında, onları denizin üstünde
süzülürken izlerken içimden bir şiirin unuttuğum mısralarını hatırlattığı
olmuyor artık. Kıştan kurtulup bahara vardığımda kuruyük gemilerinin üzerinde
dans edişlerini hatırlayamıyorum. Onlara simit atarken kahkahalar
atıyormuşçasına çıkardıkları sesler şimdi daha uzaklardan geliyor kulağıma.
Kentin hiç görmediğiniz, oraya
gitmenin anlamsız olduğunu düşündüğünüz, bodur ağaçların olduğu tepenin
ardında, martıların uğrak yeriydi yaşlı adamın yaşadığı yer. Evinin
duvarlarındaki kiremitler ve iki penceresinin camı kırıktı. Pencerenin kırık
camları kartonla örtülmüştü. 10 metrekarelik evinin çatısında mavi bir naylon
poşet rüzgarla savruluyordu. Evinin içinde, pencerenin dibinde bir bacağı kırık
olan masanın bacağı iki paslı metal kutu üst üste konularak sabitlenmişti.
Yerde kırmızı yırtık bir kilim vardı ve paslı çiviler yerdeki tahtadan iyice
ayrılmıştı. Kapıdan girdiğinizde sağ tarafta yayları bozuk bir yatak göze
çarpıyordu. Üzerinde nevresim yoktu. Yatağın ayakucunda büyükçe, koyu renkli
bir leke vardı. Yatağın karşısında paslanmış bir soba ve üzerinde bir çaydanlık
bulunuyordu. Rutubet kokusu, evin duvarına sinmiş olmasına rağmen içeride buna
dair bir koku yoktu. Evin içindeki keskin koku dışarıdan içeriye dolmuştu.
Fırtınanın en yoğun olduğu zamanlarda bile bu kokudan kurtulabilmek mümkün
değildi.
Bu yığıntıya bir ev demek mümkün değildi,
bir kulube demek de… Rüzgarın alabildiğine estiği günlerde evin dışında
uyuklasanız, belki de rüzgarı aynı şekilde hissedebilirdiniz bu yığıntının
içinde.
İhtiyarın, her yeri sökük içinde olan
kahverengi bir çiftçi kasketi vardı. Boynuna yeşil bir atkı sarılıydı. Yırtık, gri, kaşe paltosu ayak bileklerine
kadar uzanıyordu, elinde meşe bir sopayı asa olarak kullanıyordu. Ayağındaki
kahverengi çizmenin tabanı söküktü. Yığıntılar içinde yürüyordu. Yolunun
üzerindeki martıların bir kısmı sakince uçarak çöp dağlarının üzerine
konuyorlardı. Orada bir sıra halini alıyorlar ve önemli toplantılarıyla ilgili
değerlendirmeler yapıyorlardı. Toplantının konusu: “Denizlere Geri Dönmek”,
Toplantı Tarihi: Ansızın, 1143. Oturum, Toplantı Yeri: Şehir Çöplüğü.
Şehrin merkezi yerlerinde uçuşlarını
ilk oturumda konuşmuşlar, tespitlerini genel martılar konseyiyle
paylaşmışlardı. Konsey, ilk 10 toplantıda karara varamamış ve toplantı hep bir sonraki
oturuma ertelenmişti. Bu şekilde bütün uçuşlara ait tespitlerin birikmesiyle,
konseyin bir karara varması adına, martılar üst kurulu baskı yapmaya başlamıştı.
Bazı martılar, konseyin bir karara varamayacağına karar vererek kendi
örgütlenmesine karar vermişti. “Küçük Martı Komitesi” adında 25 martılık bir
komite kurdular. Kendi içlerinde aldıkları kararla şehrin zengin semtlerinin
üzerinde alçak uçuş yaptılar. İlk uçuşlarının sonrasında yer altına gizlenmiş
çöp kutularını keşfettiler. Seçkin çöp arabaları sesizce semte uğruyor ve
sessizce bu çöpleri alıp doğruca şehrin dışındaki çöp merkezine taşıyorlardı.
Bir zamanlar ormanların kaplı olduğu bu semte yakın dere yatağı ıslah
edilmişti. Islah kararı, derenin ilk olarak şehrin foseptik saldırısına
uğramasının ardından iyice kirlenen ve yağmurlarla taşan derenin suyu semtin
sokaklarını sızmasından sonra alınmıştı. Ardından açan güneşle su kurumuş ve
şehrin bütün pisliği lüks arabaların lastiklerine, evlerin ve dükkanların
kapılarına bulaşmıştı. Pahalı
ayakkabılarına bulaşan pisliği silmeye çalışan genç kızlar, kokunun üzerlerine
sinmesine dayanamayıp pahalı parfümlerinin tamamını başlarından aşağıya
dökmüşlerdi. Aynı saç modeli, aynı kirli sakal, aynı anlamsız bakışlarla
birbirine bakan sersem erkeklerin spor arabalarına binerken ettikleri küfürler
bile pek bir concondu.
Küçük Martı Konseyi, ıslah edilmiş
derenin artık düzelemeyeceğini, istila edilmiş bu toprakların geri
döndürülemeyeceğini ve göçün olası olduğunu, denizlerin eskisi gibi verimli
olmadığını buradan olabildiği kadar kuzeye gidilmesi gerektiğini, medeniyetin
daha ileri olduğu; ancak teknolojinin daha geri olduğu bir yere gitmenin
mantıklı olacağına karar verdiler. Bu zorunlu kararı konseye bildirmek ve
konuyu değerlendimek istemişlerdi.
İhtiyar, adımlarını yavaşlattı. Yolun
kıvrıldığı yere küçük bir martı grubunun iniş yaptığını gördü. Martılar
arasındaki hararetli bağırışmaya kulak kabarttı. İçinden bu bağırışmanın
sebebini bir tür yiyecek kavgası olarak yorumladı ve çöplerin arasında yürümeye
devam etti.
Güneş, çöp dağlarının arkasına doğru
batmaktaydı. Bugünkü çöp keşfi de bitmek üzereydi. Kayda değer hiçbir şey
gözüne ilişmemişti. Halbuki, bu çöplüğe ilk geldiği günden bu yana binlerce
sıkıcı eşyaya rastlamış ve o sıkıcı eşyalarla sıkılana kadar vakit geçirmişti.
Bu eşyaların içinde bir fotoğraf
makinesinden, bir gitara, hatta bir kemana, ünlü bir romana, ayakkabılara,
atkıya, makyaj setine, modeli geçmiş telefonlara, bilgisayarlara kadar akla
gelebilecek ve gelemeyecek kadarı vardı.
Yürümeye devam etti. Hava iyice
kararmaya başladığında bastonu küçük bir oyuncağa değdi. Oyuncağın olduğu yere
eğildi ve eline aldı. Bir gözü düşmüş bir oyuncak… Bir tür canavardı bu. Ağzını
sonuna kadar açmıştı. Dişleri sivriydi, kulakları dikilmiş, kısa bacakları ve
bacaklarına nazaran uzun kolları vardı. Kahverengi tüyleri vardı. Göğsü ve
ağzının olduğu yer herhalde beyazdı diye düşündü; ama buna emin olamadı, bu
garip oyuncak yağmurdan ve topraktan oldukça kirlenmişti. Oyuncağı paltosunun
içine koydu ve evine, yani kulubesine ya da bizim dediğimiz şekilde, harabesine
geri döndü.
Kapıyı açtığında yüksek sesli bir
gıcırdama çıktı kapının paslı menteşelerinden. Dışarıdaki rüzgar penceredeki
kartonu hareketlendiriyordu. Masanın üzerindeki sarı renkli gaz lambasını yaktı
cebinden çıkardığı kibritiyle. Ardından yatağının baş ucuna oturdu. Paltosunun
içinden oyuncağı çıkardı, iyice inceledi. Oyuncağın bacağındaki etiketi okumaya
çalıştı; ancak loş odada bu küçük harfleri yaşlı gözleriyle okuması mümkün
değildi. Oturduğu yerden doğruldu ve lambanın yanına sokuldu. Etiketi lambaya
doğru uzatıp okumaya çalıştı. “Ta---z---M---A---“, “Tazma---“… “Tazmanya
Can—var”, “Tazmanya Canavarı”. Dördüncü seferinde okuyabilmişti. “Tazmanya
Canavarı demek ha? Demek sen bir
canavarsın öyle mi? Peki, nasıl oluyormuş bu canavarlık işleri Sayın Canavar
Bey?” dedi. Sonra gülümsedi. “Demek sen bir canavarsın ha? Bence daha çok bir
oyuncak gibi gözüküyorsun. Evet, dişlerin sivri; ama bu dişler kimseye zarar
veremez ki… Bak yumuşacıklar. Gerçekten bir gözün yok mu? Yani eğer senin
orijinal halin bu ise bence bir canavara uygun olurdu bu; ama eğer var ise
bence bu bir canavar için eksik bir özellik olması gerek. Neden mi? Çünkü
sevgili Canavar Bey aslında canavar olmanın gereği eksik olmaktan kaynaklanır.
Olandan farklı olmak ya da olandan farklı görünmenin gereğidir canavar olmak.
Tabi buna itiraz eder gibi bir halin var, ağzını açmış bana haykırır gibisin.
Haklısın da! Yani senin canavar olman haksız olduğun anlamına gelmez. Görüntüsü
aynı olan şeyler de canavarlık özelliğine sahip olabilir. Belki de senin
tabirinle en iyi canavarlar bunlar arasından çıkması gerekir; ama istersen ben
kendi fikrim üzerinde biraz konuşmak isterim. Onaylıyor musun? Eğer
onaylıyorsan bana göz kırp olur mu? Bak, bir gözün olmadığına göre bana göz
kırpıyormuşsun gibi anlıyorum. Diğer gözünü sanki beni onaylamak için
kapatmışsın gibi hissettim şu anda. Peki, bak! Sen de haklısın; düşünsene şu
bulunduğumuz yerden uzaklara gittiğimizde, hani medeniyet dediğimiz yerde,
şehrin, insanların arasına karıştığımızda şu halimizle biz sence neyiz sevgili
canavarcığım? Baksana, aklıma geldi de senin bir gözün aslında varmış, sonradan
kopmuş. Anladığım kadarıyla seni bir bütün olarak seven küçük bir çocuğa
aitmişsin; ama bütünlüğünü yitirdiğinde artık sen onun için bir canavara
dönüşmüşsün. Gerçek bir canavara hem de. Artık seninle paylaşacağı güzel
saatleri olmamasına karar vermiş ve annesine yeni bir oyuncak almasını
söylemiş. Yeni bir canavar belki de. Yeni canavarıyla mutlu olmuş olabilir mi
sence sevgili Bay Canavar? Sen belki birkaç gün orada, köşede öylece unutulmuş
olabilir misin? Yeni oyuncağına kavuştuğunda küçük beyefendi, seni bir torbanın
içine koyarak buraya teslim etmesi için belediyenin görevlilerine mi teslim
etmişler? Ah bu belediyenin görevlileri, aslında insanların can sıkıntısından
kurtulmasına yardım ederler. Evlerinin içinde kendi pisliklerini görmek istemez
insanlar. Sifonu çektiklerinde güzelim balıkların yaşadıkları o berrak sulara
karıştırırlar pisliklerini, ardından balıkçıdan o balıkları alıp afiyetle
yerler. Bir sohbet esnasında bundan bahsettiğinde senden nefret edebilirler
sevgili canavarcığım, bunu yapma olur mu? Ancak bunu şu an sadece sen ve ben
anlayabilirsiz; çünkü bu sohbetimizin sen ve benden başka şahidi yok. “ demişti
ihtiyar. Sevgili canavarını yatağının
başucuna koyup sobayı yakmak için yerinden doğruldu. Yakılabilecek çöpleri
sobanın içine yerleştirip ateşi yaktı. Harlayan ateş bir anda küçük odanın
içini ısıttı. Üzerindeki paltoyu çıkardı. Kırmızı kirli kazağını pantalonunun
içine soktu ve yatağına uzandı.
Rüyasında, şehrin zengin semtinde
yürüyordu. Ayağında harika ayakkabılar vardı. Pırıl pırıl parlıyorlardı. Elini
yüzüne götürdüğünde uzun zamandan sonra ilk kez yanaklarına ve çenesine elinin
değdiğini hissetti. Sakalları yoktu. Üstü öyle güzel kokuyordu ki
kıyafetlerinin temizliğinin hafifliğini hissetti üzerinde. Bir dükkanın önünden
geçtiğinde camda kendi yansımasına baktı. Harika görünüyordu. Ceketi gri ve
lacivert çizgili ve dar kesimdi. Gencecikti yüzü. Uzun uzun baktı kendisine
hayranlıkla. “Bir insanın kendisine hayran kalması gerçekten mümkünmüş.” dedi
kendi duyacağı şekilde.
Yolun karşısında bir çocuk, elindeki
kediyi kasabın kapısına bırakıp koşup oradan kaçmıştı. Diğer yandaki lüks
dükkanın önündeki mini etekli kızlar ona doğru bakıp kendi aralarında
konuşuyorlardı. Yanından geçen yaşlı, iyi giyimli bir kadın, ona bakıp suratını
buruşturmuştu. Spor arabadaki gençler ona, durduk yere conconlu küfürler savurmuşlardı.
Birden irkilip yolun aşağısına koşmaya başladı. Küçük bir martı grubu kafasının
üzerinden alçak uçuş yaparak geçti. Koşuyordu. Ayaklarına ilişti gözü
ihtiyarın, bir ayakkabısı diğerinden farklıydı o an. Birisi gıcır gıcırdı,
diğeri ise tabanı sökülmüş bir çizmeydi. Birden kokusu değişmeye başladı ve bu
kokunun kendisinden geldiğini hissetti. Korkuya kapıldı. Koşarken arkasına
baktı. Arkasından lüks kıyafetleriyle genç kızlar koşuyordu ve ona hakaret
ediyorlardı. Spor arabadaki conconlar ona ilginç küfürler sallamaya devam
ediyorlardı. Yaşlı teyze ve amcalar pencerelerden çıkmış bu kalabalığın
öfkesine kapılıp ihtiyara söyleniyorlardı.
Daha da hızlandı, koşmaya devam etti.
O güzel ceket yırtık kaşe paltoya dönüştü. Elini yüzüne attı ve sakalını
hissedince irkildi. Sarı şortlu bir çocuk koşarak yanından geçti gitti. Nefesi
kesilmeye başladı. Yokuşun hemen aşağısındaki dereye yöneldi. Üzerindeki
paltoyu çıkardı. Ardından kasketini attı. Kırmızı kazağını zor bir hamlede
çıkarıp fırlattı. Dereye doğru koştu, koştu, koştu… Birden rüzgar esmeye,
yağmur yağmaya başladı, bir anda fırtınaya dönüştü. Derenin suyu kabardı ve
ihtiyar kendisini kirli suya bıraktı. İhtiyarı yutan dalgalar, tüm gücüyle bir
kat daha yükseldi ve gerisin geriye kaçışan kalabalığın üzerine tüm pisliğiyle,
tüm artığı ve kokusuyla devrildi. Şehrin en seçkin semti derenin kirli sularına
gömülmüştü.
Yatağında uyuklayan ihtiyar bir daha
uyanamadı. Onun orada uyuduğunu bizden başka hiç kimse bilmiyor ve hala orada
sevgili canavarıyla koyun koyuna uyuyorlar. Martılar kuzeydeler. Şehir, olduğu
yerde, aynı şekliyle…
Öykü Seçkisi, Tazmanya Canavarı Temalı Öyküler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder