9 Mayıs 2019 Perşembe

Bilinmeyen Bir Yer

                
Denize nazır olan şehrimizde artık martıları denizin üstünde, semada eskisi kadar görmüyorum. Eskisi gibi suyun üzerinde yüzdüklerini, vapurun peşine takıldıklarında, onları denizin üstünde süzülürken izlerken içimden bir şiirin unuttuğum mısralarını hatırlattığı olmuyor artık. Kıştan kurtulup bahara vardığımda kuruyük gemilerinin üzerinde dans edişlerini hatırlayamıyorum. Onlara simit atarken kahkahalar atıyormuşçasına çıkardıkları sesler şimdi daha uzaklardan geliyor kulağıma.
Kentin hiç görmediğiniz, oraya gitmenin anlamsız olduğunu düşündüğünüz, bodur ağaçların olduğu tepenin ardında, martıların uğrak yeriydi yaşlı adamın yaşadığı yer. Evinin duvarlarındaki kiremitler ve iki penceresinin camı kırıktı. Pencerenin kırık camları kartonla örtülmüştü. 10 metrekarelik evinin çatısında mavi bir naylon poşet rüzgarla savruluyordu. Evinin içinde, pencerenin dibinde bir bacağı kırık olan masanın bacağı iki paslı metal kutu üst üste konularak sabitlenmişti. Yerde kırmızı yırtık bir kilim vardı ve paslı çiviler yerdeki tahtadan iyice ayrılmıştı. Kapıdan girdiğinizde sağ tarafta yayları bozuk bir yatak göze çarpıyordu. Üzerinde nevresim yoktu. Yatağın ayakucunda büyükçe, koyu renkli bir leke vardı. Yatağın karşısında paslanmış bir soba ve üzerinde bir çaydanlık bulunuyordu. Rutubet kokusu, evin duvarına sinmiş olmasına rağmen içeride buna dair bir koku yoktu. Evin içindeki keskin koku dışarıdan içeriye dolmuştu. Fırtınanın en yoğun olduğu zamanlarda bile bu kokudan kurtulabilmek mümkün değildi.
Bu yığıntıya bir ev demek mümkün değildi, bir kulube demek de… Rüzgarın alabildiğine estiği günlerde evin dışında uyuklasanız, belki de rüzgarı aynı şekilde hissedebilirdiniz bu yığıntının içinde.
İhtiyarın, her yeri sökük içinde olan kahverengi bir çiftçi kasketi vardı. Boynuna yeşil bir atkı sarılıydı.  Yırtık, gri, kaşe paltosu ayak bileklerine kadar uzanıyordu, elinde meşe bir sopayı asa olarak kullanıyordu. Ayağındaki kahverengi çizmenin tabanı söküktü. Yığıntılar içinde yürüyordu. Yolunun üzerindeki martıların bir kısmı sakince uçarak çöp dağlarının üzerine konuyorlardı. Orada bir sıra halini alıyorlar ve önemli toplantılarıyla ilgili değerlendirmeler yapıyorlardı. Toplantının konusu: “Denizlere Geri Dönmek”, Toplantı Tarihi: Ansızın, 1143. Oturum, Toplantı Yeri: Şehir Çöplüğü.
Şehrin merkezi yerlerinde uçuşlarını ilk oturumda konuşmuşlar, tespitlerini genel martılar konseyiyle paylaşmışlardı. Konsey, ilk 10 toplantıda karara varamamış ve toplantı hep bir sonraki oturuma ertelenmişti. Bu şekilde bütün uçuşlara ait tespitlerin birikmesiyle, konseyin bir karara varması adına, martılar üst kurulu baskı yapmaya başlamıştı. Bazı martılar, konseyin bir karara varamayacağına karar vererek kendi örgütlenmesine karar vermişti. “Küçük Martı Komitesi” adında 25 martılık bir komite kurdular. Kendi içlerinde aldıkları kararla şehrin zengin semtlerinin üzerinde alçak uçuş yaptılar. İlk uçuşlarının sonrasında yer altına gizlenmiş çöp kutularını keşfettiler. Seçkin çöp arabaları sesizce semte uğruyor ve sessizce bu çöpleri alıp doğruca şehrin dışındaki çöp merkezine taşıyorlardı. Bir zamanlar ormanların kaplı olduğu bu semte yakın dere yatağı ıslah edilmişti. Islah kararı, derenin ilk olarak şehrin foseptik saldırısına uğramasının ardından iyice kirlenen ve yağmurlarla taşan derenin suyu semtin sokaklarını sızmasından sonra alınmıştı. Ardından açan güneşle su kurumuş ve şehrin bütün pisliği lüks arabaların lastiklerine, evlerin ve dükkanların kapılarına bulaşmıştı.  Pahalı ayakkabılarına bulaşan pisliği silmeye çalışan genç kızlar, kokunun üzerlerine sinmesine dayanamayıp pahalı parfümlerinin tamamını başlarından aşağıya dökmüşlerdi. Aynı saç modeli, aynı kirli sakal, aynı anlamsız bakışlarla birbirine bakan sersem erkeklerin spor arabalarına binerken ettikleri küfürler bile pek bir concondu.
Küçük Martı Konseyi, ıslah edilmiş derenin artık düzelemeyeceğini, istila edilmiş bu toprakların geri döndürülemeyeceğini ve göçün olası olduğunu, denizlerin eskisi gibi verimli olmadığını buradan olabildiği kadar kuzeye gidilmesi gerektiğini, medeniyetin daha ileri olduğu; ancak teknolojinin daha geri olduğu bir yere gitmenin mantıklı olacağına karar verdiler. Bu zorunlu kararı konseye bildirmek ve konuyu değerlendimek istemişlerdi.
İhtiyar, adımlarını yavaşlattı. Yolun kıvrıldığı yere küçük bir martı grubunun iniş yaptığını gördü. Martılar arasındaki hararetli bağırışmaya kulak kabarttı. İçinden bu bağırışmanın sebebini bir tür yiyecek kavgası olarak yorumladı ve çöplerin arasında yürümeye devam etti.
Güneş, çöp dağlarının arkasına doğru batmaktaydı. Bugünkü çöp keşfi de bitmek üzereydi. Kayda değer hiçbir şey gözüne ilişmemişti. Halbuki, bu çöplüğe ilk geldiği günden bu yana binlerce sıkıcı eşyaya rastlamış ve o sıkıcı eşyalarla sıkılana kadar vakit geçirmişti.
Bu eşyaların içinde bir fotoğraf makinesinden, bir gitara, hatta bir kemana, ünlü bir romana, ayakkabılara, atkıya, makyaj setine, modeli geçmiş telefonlara, bilgisayarlara kadar akla gelebilecek ve gelemeyecek kadarı vardı.
Yürümeye devam etti. Hava iyice kararmaya başladığında bastonu küçük bir oyuncağa değdi. Oyuncağın olduğu yere eğildi ve eline aldı. Bir gözü düşmüş bir oyuncak… Bir tür canavardı bu. Ağzını sonuna kadar açmıştı. Dişleri sivriydi, kulakları dikilmiş, kısa bacakları ve bacaklarına nazaran uzun kolları vardı. Kahverengi tüyleri vardı. Göğsü ve ağzının olduğu yer herhalde beyazdı diye düşündü; ama buna emin olamadı, bu garip oyuncak yağmurdan ve topraktan oldukça kirlenmişti. Oyuncağı paltosunun içine koydu ve evine, yani kulubesine ya da bizim dediğimiz şekilde, harabesine geri döndü.
Kapıyı açtığında yüksek sesli bir gıcırdama çıktı kapının paslı menteşelerinden. Dışarıdaki rüzgar penceredeki kartonu hareketlendiriyordu. Masanın üzerindeki sarı renkli gaz lambasını yaktı cebinden çıkardığı kibritiyle. Ardından yatağının baş ucuna oturdu. Paltosunun içinden oyuncağı çıkardı, iyice inceledi. Oyuncağın bacağındaki etiketi okumaya çalıştı; ancak loş odada bu küçük harfleri yaşlı gözleriyle okuması mümkün değildi. Oturduğu yerden doğruldu ve lambanın yanına sokuldu. Etiketi lambaya doğru uzatıp okumaya çalıştı. “Ta---z---M---A---“, “Tazma---“… “Tazmanya Can—var”, “Tazmanya Canavarı”. Dördüncü seferinde okuyabilmişti. “Tazmanya Canavarı  demek ha? Demek sen bir canavarsın öyle mi? Peki, nasıl oluyormuş bu canavarlık işleri Sayın Canavar Bey?” dedi. Sonra gülümsedi. “Demek sen bir canavarsın ha? Bence daha çok bir oyuncak gibi gözüküyorsun. Evet, dişlerin sivri; ama bu dişler kimseye zarar veremez ki… Bak yumuşacıklar. Gerçekten bir gözün yok mu? Yani eğer senin orijinal halin bu ise bence bir canavara uygun olurdu bu; ama eğer var ise bence bu bir canavar için eksik bir özellik olması gerek. Neden mi? Çünkü sevgili Canavar Bey aslında canavar olmanın gereği eksik olmaktan kaynaklanır. Olandan farklı olmak ya da olandan farklı görünmenin gereğidir canavar olmak. Tabi buna itiraz eder gibi bir halin var, ağzını açmış bana haykırır gibisin. Haklısın da! Yani senin canavar olman haksız olduğun anlamına gelmez. Görüntüsü aynı olan şeyler de canavarlık özelliğine sahip olabilir. Belki de senin tabirinle en iyi canavarlar bunlar arasından çıkması gerekir; ama istersen ben kendi fikrim üzerinde biraz konuşmak isterim. Onaylıyor musun? Eğer onaylıyorsan bana göz kırp olur mu? Bak, bir gözün olmadığına göre bana göz kırpıyormuşsun gibi anlıyorum. Diğer gözünü sanki beni onaylamak için kapatmışsın gibi hissettim şu anda. Peki, bak! Sen de haklısın; düşünsene şu bulunduğumuz yerden uzaklara gittiğimizde, hani medeniyet dediğimiz yerde, şehrin, insanların arasına karıştığımızda şu halimizle biz sence neyiz sevgili canavarcığım? Baksana, aklıma geldi de senin bir gözün aslında varmış, sonradan kopmuş. Anladığım kadarıyla seni bir bütün olarak seven küçük bir çocuğa aitmişsin; ama bütünlüğünü yitirdiğinde artık sen onun için bir canavara dönüşmüşsün. Gerçek bir canavara hem de. Artık seninle paylaşacağı güzel saatleri olmamasına karar vermiş ve annesine yeni bir oyuncak almasını söylemiş. Yeni bir canavar belki de. Yeni canavarıyla mutlu olmuş olabilir mi sence sevgili Bay Canavar? Sen belki birkaç gün orada, köşede öylece unutulmuş olabilir misin? Yeni oyuncağına kavuştuğunda küçük beyefendi, seni bir torbanın içine koyarak buraya teslim etmesi için belediyenin görevlilerine mi teslim etmişler? Ah bu belediyenin görevlileri, aslında insanların can sıkıntısından kurtulmasına yardım ederler. Evlerinin içinde kendi pisliklerini görmek istemez insanlar. Sifonu çektiklerinde güzelim balıkların yaşadıkları o berrak sulara karıştırırlar pisliklerini, ardından balıkçıdan o balıkları alıp afiyetle yerler. Bir sohbet esnasında bundan bahsettiğinde senden nefret edebilirler sevgili canavarcığım, bunu yapma olur mu? Ancak bunu şu an sadece sen ve ben anlayabilirsiz; çünkü bu sohbetimizin sen ve benden başka şahidi yok. “ demişti ihtiyar.  Sevgili canavarını yatağının başucuna koyup sobayı yakmak için yerinden doğruldu. Yakılabilecek çöpleri sobanın içine yerleştirip ateşi yaktı. Harlayan ateş bir anda küçük odanın içini ısıttı. Üzerindeki paltoyu çıkardı. Kırmızı kirli kazağını pantalonunun içine soktu ve yatağına uzandı.
Rüyasında, şehrin zengin semtinde yürüyordu. Ayağında harika ayakkabılar vardı. Pırıl pırıl parlıyorlardı. Elini yüzüne götürdüğünde uzun zamandan sonra ilk kez yanaklarına ve çenesine elinin değdiğini hissetti. Sakalları yoktu. Üstü öyle güzel kokuyordu ki kıyafetlerinin temizliğinin hafifliğini hissetti üzerinde. Bir dükkanın önünden geçtiğinde camda kendi yansımasına baktı. Harika görünüyordu. Ceketi gri ve lacivert çizgili ve dar kesimdi. Gencecikti yüzü. Uzun uzun baktı kendisine hayranlıkla. “Bir insanın kendisine hayran kalması gerçekten mümkünmüş.” dedi kendi duyacağı şekilde.
Yolun karşısında bir çocuk, elindeki kediyi kasabın kapısına bırakıp koşup oradan kaçmıştı. Diğer yandaki lüks dükkanın önündeki mini etekli kızlar ona doğru bakıp kendi aralarında konuşuyorlardı. Yanından geçen yaşlı, iyi giyimli bir kadın, ona bakıp suratını buruşturmuştu. Spor arabadaki gençler ona, durduk yere conconlu küfürler savurmuşlardı. Birden irkilip yolun aşağısına koşmaya başladı. Küçük bir martı grubu kafasının üzerinden alçak uçuş yaparak geçti. Koşuyordu. Ayaklarına ilişti gözü ihtiyarın, bir ayakkabısı diğerinden farklıydı o an. Birisi gıcır gıcırdı, diğeri ise tabanı sökülmüş bir çizmeydi. Birden kokusu değişmeye başladı ve bu kokunun kendisinden geldiğini hissetti. Korkuya kapıldı. Koşarken arkasına baktı. Arkasından lüks kıyafetleriyle genç kızlar koşuyordu ve ona hakaret ediyorlardı. Spor arabadaki conconlar ona ilginç küfürler sallamaya devam ediyorlardı. Yaşlı teyze ve amcalar pencerelerden çıkmış bu kalabalığın öfkesine kapılıp ihtiyara söyleniyorlardı.
Daha da hızlandı, koşmaya devam etti. O güzel ceket yırtık kaşe paltoya dönüştü. Elini yüzüne attı ve sakalını hissedince irkildi. Sarı şortlu bir çocuk koşarak yanından geçti gitti. Nefesi kesilmeye başladı. Yokuşun hemen aşağısındaki dereye yöneldi. Üzerindeki paltoyu çıkardı. Ardından kasketini attı. Kırmızı kazağını zor bir hamlede çıkarıp fırlattı. Dereye doğru koştu, koştu, koştu… Birden rüzgar esmeye, yağmur yağmaya başladı, bir anda fırtınaya dönüştü. Derenin suyu kabardı ve ihtiyar kendisini kirli suya bıraktı. İhtiyarı yutan dalgalar, tüm gücüyle bir kat daha yükseldi ve gerisin geriye kaçışan kalabalığın üzerine tüm pisliğiyle, tüm artığı ve kokusuyla devrildi. Şehrin en seçkin semti derenin kirli sularına gömülmüştü.
Yatağında uyuklayan ihtiyar bir daha uyanamadı. Onun orada uyuduğunu bizden başka hiç kimse bilmiyor ve hala orada sevgili canavarıyla koyun koyuna uyuyorlar. Martılar kuzeydeler. Şehir, olduğu yerde, aynı şekliyle…

                                                                                                    YAZAR: CÜNEYT ÖZKURT


Öykü Seçkisi, Tazmanya Canavarı Temalı Öyküler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hayaller Atölyesi

HAYALLER ATÖLYESİ                                                                                                                          K...